Çok yönlü girişimcinin Türkiye ortamıyla sınavı

Geçenlerde egirişim zirvesinde konuşma yaptım. Benim açımdan etkinlik keyifli geçti. Zirvede konuşma yapmadan önce hazırlık için egirişim’in kurucusu Hilmi Öğütçü’yle yaptığım ilk röportajı tekrar izleyip altındaki yorumları okudum. Çok düzgün yorumların yanı sıra, beni hiç tanımayan bazı kişilerin hakaret düzeyindeki yorumlarını bunları yazanlara acıyarak okudum. Türkiye burası, gerçekten memlekete faydalı iyi bir şeyler yapmaya çabalasanız bile insanlar kendi psikolojik problemlerini ve kıskançlıklarını yansıtıp hakaret ederek rahatlamaya çalışıyorlar.
Hilmi Öğütçü bana kısa bir mesaj atıp girişimcilik zirvesi düzenlediklerini ve zirvede konuşma yapıp yapamayacağımı sorduğunda hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Bunun sebebi onunla o ilk röportajı yaptığımızda ve sonrasında süreci çok düzgün yönetmesiydi. Söz konusu röportajı şu linkten izleyebilirsiniz:
Hilmi ve onun gibi bir şeyler yapmak için çabalayan, pozitiflik yayan insanların her zaman yanındayım.
14 Mayıs’ta düzenlenen etkinliğe konuşma saatimden yarım saat önce geldim. Ortamı anlamak için biraz erken davranmıştım ama program sarktığından benim sahneye çıkmam biraz daha zaman aldı.
“Çok yönlü girişimcilik: Fintech’ten sürdürülebilirliğe” başlıklı konuşmamın 10 dakikalık süresi içinde 3-4 soruyu akıcı bir şekilde cevapladım, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Benim açımdan keyifli bir panel oldu. Konuşmanın ardından aldığım alkış ve sonrasında salonun dışında yanıma gelenlerin sorularıyla 45 dakika daha etkinlik alanında kalmış olmamdan dolayı konuşmamın ilgi çektiğini söyleyebilirim. Bu vesileyle de bu girişimcilik zirvesini organize eden Hilmi Öğütçü ve ekibini tebrik ediyorum.
Etkinlik sonrası ofise geri dönerken arabada aklımdan şu düşünceler geçiyordu: “Konuşmadan önce yaptığım röportajı okuduğumda, röportajın altında çok düzgün yorumlar olmasına rağmen, beni tanımadan yapılan diğer saçma sapan yorumlardan dolayı sinirimi bozmamalıyım. Egirişimin röportajı altında alakasız yorum yapanlar şu yaptığım konuşmaları bir dinleseler, yazdıklarından muhtemelen utanırlardı, utanmıyorlarsa da kötü niyetliler demektir. Kötü niyetli insanlara da hiç acımam yoktur.”
Öncelikle beni tanıyan tanımayanların yaptığı tüm düzgün yorumlar için teşekkür ederim. Olumlu eleştiriye de her zaman açığımdır.
Düzgün olmayan, yapıcı eleştiri yerine hakaret edenleri de 4 kategoriye ayırıyorum. Bu soruları cevaplamak istememin ana sebebi, gelecekte böyle saçma sapan yorum yapma eğiliminde olanların bu cevaplarımı görüp bilgilenerek daha bilinçli geribildirimde bulunmalarını sağlamak. Konuların başlıklarını, yapılan yorumları ve benim bu yorumlarla ilgili düşüncelerimi aktarıyorum:
1) Aileden zengin, sıfırdan girişimci değil
Yorum 1: Türkiye'de aileden gelen bir kaynak varsa, para kazanacak iş çok. Nef markası da böyle ortaya çıktı ve daha niceleri. Kulak arkası edilmeyecek bilgiler ama sıfırdan zirveye de değil.
Yorum 2: Babadan katrilyonu olan adamdan girişim zırvası videosu yapıyorsunuz. Yapsanıza işçi & memur çocuğu girişimcilerin videolarını. Kentbank’ı nasıl hortumlamışlar sordunuz mu?
Bu yorumlara cevaplarım:
1) 2011 senesinden beri aile şirketinden ayrıyım. Türkiye’de yapılacak çok iş var ama başından beri kimsenin düşünmediği, hayal edemediği ve girmediği işlere girdim. Örneğin 2011 senesinde kimse konuşmazken güneş enerjisi şirketi kurdum (ısı ve buhar üreten CSP – Concentrating Solar Power Şirketi), 2013 senesinden beri de PV (Elektrik üreten Photovoltaic) şirketim var ve 11 yıldır PV alanında birçok işe imza attım. Aynı şekilde 2014’te fintech firması kurdum (Moka Ödeme Kuruluşu A.Ş.), 2021 senesinde de şirketi İş Bankası’na sattım. Türkiye’de güneş enerjisi ve fintech alanlarında ilk faaliyet gösteren şirketleri kurmanın onurunu yaşıyorum. Takdir edersiniz ki, bu yaptıklarımın aileden gelen bir işi devam ettirmekle uzaktan yakından alakası yok.
2) NEF ve kurucusu Erden Timur’la ilgim alakam yok. Erden Timur’u STK işlerinden dolayı (Afet Platformu) maalesef tanımış oldum. Kendisi bana göre kesinlikle güvenilir biri değil. Yüzünüze başka konuşup arkanızdan iş çeviren bir karaktere sahip. Ben de tam tersine her zaman niyetini açıkça belirten ve her konuda mertçe hareket etmeyi tercih eden biriyim. Türkiye ortamında bu yaklaşımından dolayı çok zorluk çektim ama karakterimden hiçbir zaman taviz vermedim. Yani Erden Timur’un karakteri bu açıdan benimkiyle taban tabana zıt.
Ayrıca Erden Timur’un babadan bir varlığı olabilir. Benim durumumda ise aile şirketimiz 1952 yılında dedem tarafından kuruldu. Babam bir süre dedemle çalıştıktan sonra ondan ayrılıp kendi şirketini kurdu ve büyüttü. Boynuz kulağı geçer misali, Türkiye çapında önemli bir iş insanı haline geldi. Ben de 2011 senesinde babamın şirketlerinden ayrılıp kendi yoluma koyuldum. Dolayısıyla hem aile dinamikleri açısından hem de karakter yapısı olarak NEF ve Erden Timur’la uzaktan yakından alakam yok, bu benzetmeyi de olumlu karşılamıyorum. Beni ve ailemi aşağılamak amacı güdüldüğünü düşünüyorum.
3) Babadan katrilyonu olan adam 2011 senesinde ceketini alıp baba şirketinden çıktı. Tüm imkanlarını bırakıp az bir borç alarak bunu yaptı. Babanın kurduğu şirkette tüm reel sektör işleri (finans sektörü hariç) kendisine bağlıyken bunu yapma cesaretini gösterdi. Türkiye’de bunun bir başka örneği yoktur. 3 jenerasyon olacaksın, bir elin yağda bir elin balda olacak, tüm imkanlara rağmen kendi ideallerini gerçekleştirmek için aile şirketinden ayrılıp kimsenin konuşmadığı, düşünmediği güneş enerji sektöründe teknolojinin ticarileşmesi için şirket kuracaksın. Bunu ilk yaptığımda herkes benim saçmaladığımı düşündü, insanlar güneş enerjisinin g’sini dahi konuşmuyordu. Bugün geldiğimiz noktada herkes güneş enerjisi işine girmek istiyor.
4) Kentbank’ı hortumlamışlar lafı bana yapılabilecek en büyük hakaret. Yalan yanlış bilgileri toparlayıp böyle öfke kusan birine çok ağır hakaret etmek geliyor içimden ama efendiliğimizi bozmuyoruz. Bu arkadaşa şunu sormak lazım: Sen, Kentbank olayını tüm yönleriyle biliyor musun ki böyle yalan yanlış yorum yapma hakkını kendinde buluyorsun? Örneğin Kentbank olayında tüm davaları kazandığımızı ve devletin aleyhine “Kentbank’ın sahiplerine geri verilmesi, verilemiyorsa da tazminat ödemesi yapılması” gerektiğine dair danıştay dahil tüm Türk mahkemelerinden lehimize karar çıktığını biliyor musun? Bu kazanılan davanın Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olduğunu, bizden sonra bir tek Demirbank’ın davasını bizim gibi kazandığını biliyor musun? Bu davaların sonuçlarının uygulanmaması üzerine Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde dava açtığımızı ve bu davayı da kazanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu yanlış ve haksız karar yüzünden 4 Milyar Euro’luk tazminatla karşı karşıya kaldığını biliyor musun? Bankacılık sektöründe herkesin bildiği bu gerçekleri göz ardı edip, tüm bu süreçlerden sonra hâlâ “Kentbank’ı hortumlamışlar” diye sokak ağzıyla bize hakaret etmek nasıl bir cahillik, aymazlık ve terbiyesizliktir? Eğer cahil kalmak istemiyorsan geçmişte Kentbank’la ilgili kaleme aldığım yazıyı okumanı tavsiye ediyorum: https://www.serhansuzer.com/tr/15-yillik-is-hayatim-ve-gelecege-notlar
Bu yazıyı oku ve cahil kalma, hayatın gerçeklerini kabul edip, sevmesen de saygı göstermeyi öğren.
2) Süzer Plaza’dan neden bahsetmiyorsun?
Yorum 1: İstanbulun güzelliğine hançer gibi dikilen ucube yapının hayrını gördünüz mu?
Yorum 2: Adam inönüyü kuş bakışı izleyen süzer plazanın veliahtı. Burada inönüyü beleştepeden izleyen insanlar nasihat dinliyor. Hayata bak.
Yorum 3: İstanbul’un kalbine saplanan iğrenç Süzer Plaza’dan bahsetmeye ne dersiniz? Bu konuda çevreci düşüncelerinizi duymak isteriz.
Bu yorumlara cevaplarım:
Evet, genelde Süzer deyince akla ilk gelen Süzer Plaza oluyor. Süzer Plaza’yı da genelde “Gökkafes” deyip bize hakaret olarak kullanıyor insanlar. Biz “Gökkafes” demiyoruz. Çünkü güzel Türkçe'nin elastiki yapısından dolayı “kafes” kelimesini insanlar negatif şeyler söylemek için kullanıyor. “Bu binayla demokrasiyi kafesliyorlar” ya da “Türk hukukunu ve kamuyu kafeslediler” dedikleri oluyor. Biz o yüzden binaya “Süzer Plaza” diyoruz. “Gökkafes” kelimesini kullanmıyoruz. Zaten Gökkafes’in çıkış noktası, binanın tepesindeki demir konstrüksiyonun mimari literatürde adı “Sky Cage” olduğu için bunun duyan gazetecilerin Türkçeye çevirip hakaret için kullanmaları oldu. Halbuki bahsedilen bölüm binanın sadece %10’dan daha az bir kısmı. Yani binanın küçük bir bölümünün mimari literatürdeki ismini tüm binaya atfen kullanmak doğru bir yaklaşım değil. Ancak insanlar hakaret ve negatifliği çağrıştırması için uydurulmuş “Gökkafes” kelimesini kullanabiliyorlar.
Bu arada şunun da altını çizmek istiyorum. Benim yaptığım işlerle Süzer Plaza’nın hiçbir alakası yok. Ben 2011 senesinde küçük bir borç alarak aile şirketinden ayrıldım, tam 14 senedir, kendi başıma hareket ediyorum. Daha önce de söz ettiğim gibi henüz kimselerin düşünemediği ve farkında olmadığı “Güneş Enerjisi” ve “Fintech” alanlarını Türkiye’de başlatan birkaç kişiden biriyim. Bu vizyonumun, çok çalışmamın ve büyük fedakarlıklarla verilen emeğimin aile şirketiyle veya Süzer Plaza’yla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Yiğide vurun ama hakkını da verin.
“Süzer Plaza’dan niye bahsetmiyorsun?” veya “Veliaht” gibi ifadelerle yaptığım işleri küçümseyen ve etkisizleştiren, beni bir mirasyedi şeklinde gösteren yaklaşımı da reddediyorum. Kendi uydurdukları bu hikayelerle ve sığ önyargılarıyla benimle ilgili bir imaj yaratarak beni “Klasik zengin çocuğu işte, yaptığı işlerle takılıyor, bunu herkes yapabilir” gibi söylemlerle yargılayıp kendilerini iyi hissedebilirler, ama kullandıkları söylemler ve benimle ilgili yarattıkları imaj kesinlikle doğru değil. Kendi kendilerine ve etraflarına yalan söylemeye ve yanlışlıkları aktarmaya devam etmek istiyorlarsa varsın devam etsinler. Uzun vadede zaten kimin ne olduğu net bir şekilde ortaya çıkar elbette. Şimdi bilinçli veya bilinçsiz olarak yarattıkları bu yanlış imajı ve söyledikleri yalanları düzeltmek adına Süzer Plaza’yla ilgili bildiklerimi, duygu ve düşüncelerimi aktaracağım:
Haklı ve haksız bulduğum eleştiriler
1) Süzer Plaza hakkında insanların “Çirkin bina”, “Çok yüksek”, “Silüeti bozuyor”, “Böyle bir bina buraya yapılır mı?” gibi hakaret içermeyen söylemleri beni rahatsız etmiyor, hatta kısmen de haklı buluyorum. Ancak İstanbul’da en olmadık birçok yere birçok yüksek binanın, hatta yan yana birden fazla binanın da yapıldığını hatırlatmak isterim. Dolayısıyla “İstanbul’un kalbine saplanan hançer”, “İstanbul’un cinsel organı”, “Ucube” gibi hakaret dolu söylemleri tasvip etmiyorum. Bence çoğu zaman insanların içlerindeki kötülük sözlerine yansıyor.
Hukuka aykırılık söz konusu değil
2) Süzer Plaza’ya “Fazla yüksek” veya “Silüeti bozuyor” tarzında haklı eleştirilere bir sözüm yok ancak beni en çok sinirlendiren eleştiri “Bu binayı hukuka aykırı yaptılar, hukuku ayaklar altına aldılar” söylemi. Binayı beğenmeyebilirsiniz, yüksek yapıldığını söyleyebilirsiniz, bu sizin kendi öznel düşüncenizdir. Ancak Süzer Plaza’ya hukuka aykırı yapıldı diyemezsiniz. İstanbul’un en büyük 3 ilçesinin (Şişli, Beşiktaş ve Beyoğlu) kesişim noktası olacak kadar merkezi bir yerde illegal bir bina yapma şansınız yok. Ne derseniz deyin Süzer Plaza’ya “hukuka aykırı” diyemezsiniz. Tam tersi, bu bina hukukla yapılmış bir binadır. Süzer Plaza’nın yapılabilmesi için her biri en az 5 sene süren 40’tan fazla dava kazanılmıştır. Tüm bunları söylemişken Süzer Plaza’nın tarihçesini de tekrar hatırlatmak isterim:
Süzer Plaza’nın hikayesi 80’li yılların başında başlıyor. Babam Mustafa Süzer, bu merkezi lokasyonun arazilerini onlarca farklı pay sahibinden tek tek topluyor. Burada amacı Süzer Plaza arazisinin üzerine otel yapmak. Çünkü bana da anlattığı kadarıyla arka tarafta 1950'lerde yapılmış Hilton Oteli var. Hyatt ve InterContinental otelleri de sonraki yıllarda yapılıyor. Ayrıca Lütfü Kırdar Kongre Merkezi yapılarak burası “Kongre Vadisi” adını alıyor. Babamın da amacı kongre vadisine güzel bir eser kazandırarak otel yapmak. İlk otel projesi “kısa ve kalın” bir bina tasarımıyla ortaya çıkıyor. Binanın şekli arkasındaki Hilton Oteli’ne benziyor. Metrekare olarak şu anki Süzer Plaza’yla aynı. Yaklaşık 125.000 m2. Bu otel projesini o dönemki belediye başkanı, kendisinin de arkadaşı olan Bedrettin Dalan’a götürüyor. Amacı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de onayını ve izinlerini alıp projeye başlayabilmek. Ancak o dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın desteğini ararken tam tersine Dalan'ın bu projeye bakış açısı, Süzer Plaza’nın kaderini belirliyor ve bugün gelen eleştirilerin zeminini hazırlıyor. Bedrettin Amca (ki kendisini, eşini ve oğullarını şahsen tanırım ve severim, o yüzden “Amca” kelimesini kullanıyorum) babama “Benim vizyonumda bu bölgeye ‘Manhattan tarzı’ yüksek binalar yapmak var. İstanbul’un artık modernleşmesi ve bazı bölgelerinde bu yüksek yapıların yapılması gerekiyor” diyor. Projeyi onaylamıyor ve hatta iptal ettiriyor. Babam da bunun üzerine Bedrettin Amca’nın direktifiyle Doruk Pamir adında yeni bir mimarla anlaşıyor ve binanın Bedrettin Dalan’ın vizyonuna uygun şekilde ince ve uzun tasarlanmasını sağlıyor. Projenin iptali, mimarla anlaşılması, yeni tasarımın ortaya çıkması ve izinler için tekrar belediyeye başvurulması yaklaşık 2-3 sene sürüyor. Tam izin alıyor, binanın altyapı inşaatına başlanılıyor, Süzer Plaza’nın yaslandığı tepenin yamacında altyapı inşaatı yapılıyor ve katlar çıkılıyorken seçim oluyor ve hiç kimsenin beklemediği bir sonuçla yeni belediye başkanı Nurettin Sözen seçiliyor.
Sözen’in Dalan karşıtlığı
Nurettin Sözen de tam bir anti-Dalancı. Yani Bedrettin Dalan’ın başlattığı ve onayladığı bütün projelere savaş açıyor ve tersine çevirmek için elinden geleni yapıyor. Nurettin Sözen bütün kariyerini kendisinden önceki belediye başkanının yaptıklarını durdurmak veya iptal etmek üzerine inşa ediyor (nasıl bir negatif kişiliğe sahip olduğunu buradan anlayabilirsiniz). İstanbul’a yaptığı tek bir katkı yok. Süzer Plaza’ya ve aile şirketimize de 40’dan fazla dava açıyor. Daha da kötüsü, "emperyalizmin temsilcileri" veya "hukuku ayaklar altına alarak bu binayı yapıyorlar" tarzında yalan yanlış söylemleri yüzünden kamuoyunda itibarımızı bitirip destek almaya çalışıyor. Projeyi durdurmak için yapabileceği her şeyi yapıyor ve açabileceği tüm davaları açıyor. Proje açılan davalar yüzünden 5-6 sene duruyor. Ancak açtığı bütün davaları “kamunun devamlılığı” ilkesinden dolayı kazanıyoruz. Yani “Senden önce verilen izinler resmi kamu izinleridir, bu izinleri böyle keyfi şekilde iptal edemezsin, kamunun devamlığı bakidir” prensibinden dolayı kazanıyoruz. Tüm davaları kazanmamız ciddi bir süre alıyor ve bu sürecin ardından tüm hazırlıklar başlıyor. Ancak bu davaların tümünü kazanmadan yaklaşık bir sene öncesinde yine belediye seçimleri oluyor ve tabii ki Nurettin Sözen bu seçimleri kaybediyor, yerine İstanbul’un yeni belediye başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan seçiliyor. Erdoğan da hakkında çok fazla negatif kamuoyu oluşmuş bu binayla ilgili olumsuz bir yaklaşım içerisinde. Kendine göre başka sebepleri de var. Olumlu yaklaşmadığı halde davaların hepsini kazandığımız için binayı tamamlayabiliyoruz ve bina ilk olarak 1999 yılında ofis bölümüyle kullanıma açılıyor. Daha sonra 6 Ekim 2001 tarihinde Ritz-Carlton oteli açılıyor ve binanın büyük çoğunluğu kullanıma açık hale geliyor.
Türkiye’nin en önemli delüks konseptiyle Türk otelcilik standartlarını yukarıya çeken Ritz-Carlton Oteli’nin açılışı da Süzer Plaza açısından bir milat oluyor. Bina Türk turizmine çok önemli katkılarda bulunuyor. Hatta öyle ki o dönemde (2001-2006 yılları arası), ben oteli açan ekibin başındaydım ve bu projenin varlık yöneticisi (asset manager) olduğum için tüm olayları yakından takip edebildim. Otel, açıldığı ilk günden itibaren sürekli İstanbul’daki ve Antalya’daki 5 yıldızlı otel genel müdürlerini ağırlıyordu. Ben kendim bizzat en büyük rakibimiz Çırağan Kempinski Oteli’nin ve Swissotel’in genel müdürlerini ağırladığımı hatırlarım. Bu genel müdürlerin ve otel yöneticilerinin bizim otele sık sık gelmelerinin sebebi standartlarımızı kontrol etmek, rekabeti sürdürebilmek için kendi standartlarını bizim seviyemize çekmekti. Yani Ritz-Carlton Oteli’nin işletmesinin daha açıldığı ilk yıllardan itibaren İstanbul ve Antalya’daki otellerin hizmet seviyesini yukarı çektiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
3) “İstanbul’un kalbine saplanan iğrenç Süzer Plaza” hakkında çevreci düşüncelerinizi soran arkadaşa da şunu söylemek isterim: Yüksek binayla çevreci düşünceler arasında bir alaka yok. Ben Türkiye’de Greenpeace’in ilk 1000 üyesinden biriyim. Ta 90’lı yıllarda Greenpeace’e üye olmuştum. O yıllardan beri Greenpeace’i desteklerim. O yüzden benim çevreciliğimi sorgulayacak bir durum yok, ben kendimi biliyorum ve geçmişte yaptıklarım zaten benim nasıl bir zihniyette olduğumu gösteriyor.
Nefes almayan bir şehir
Ayrıca temasta olduğum birçok çevreci de yüksek binaları destekliyor. Ben şahsen bu görüşe tam olarak katılmıyorum ama çevreci STK’ların yöneticiliğini yapmış olan bazı kişiler bana “Biz yüksek binalara karşı değiliz, hatta destekliyoruz. Çünkü yüksek bina yapıldığı zaman şehirlerde yeşil alanların korunma olasılığı artıyor. 8-10 katlı binalar her yeri yan yana kapladığı zaman yeşil alana ayıracak yer kalmıyor” diyorlar. Bu söyleme katılıyorum. Çünkü bu yorumu yapan arkadaşa “İstanbul’a uçakla gelirken hiç tepeden İstanbul’a kuşbakışı baktın mı?” diye sormak lazım. Sanki İstanbul gibi bir şehrin kurulu olduğu kocaman alanın içini oymuş, içine beton koymuşsunuz gibi bir görüntü var. Yan yana bitişik binalar, yeşil alan çok çok az. Şehir adeta nefes almıyor ve tamamen betonla kaplı. Bu durum şahsen beni çok rahatsız ediyor.
Bu durumu düzeltmek için de uzun süredir planladığım kendi kendine yeten binalar konseptiyle ilgili aksiyona bu sene başlıyorum. Kendi enerjisini, suyunu ve gıdasını üreten bu bina konseptiyle ileride şehir planlamasını birleştirip insanların nefes alabilecekleri, bir ucundan diğer ucuna 15 dakikayı geçmeyecek şekilde ulaşabilecekleri, tepeden veya herhangi bir noktasından şehre baktıklarında görsel ve tasarımsal olarak hoşlarına gidecek, temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilecekleri, ruhsal ve fiziksel açıdan kendilerini iyi hissedecekleri ideal şehirlerin yapılmasını sağlayacağım. Bunu da buraya tarihe not düşmek açısından yazıyorum. İleride bu konuları tekrar hatırlatacağım.
3) Her şeyin ilkini sen mi söyledin sanki? Amma kendini övmüşsün.
Yorum 1: Evet abi her şeyin ilkini sen söylemişsin sen yapmışsın. Başarılarının devamını dilerim Süzer Plaza Ritz Carlton.
Yorum 2: Kendini öven konuşma tarzı biraz can sıksa da, ait olmadığı yerde bulunan bir plazanın veiahtı olsa da yine de ortada bir çaba var ve taktir etmek gerekiyor.
Yorum 3: Peki peki anladık Sen neymişsin be abi (ah, ah, ah, ah)
Yorum 4: 2010’larda söylemediğin bi sey var mı kral
Bu yorumlara cevaplarım:
İster yakın çevrem, ister uzaktan teması olan kişiler olsun, benimle iletişime geçmiş herkesin ortak görüşüdür mütevazı oluşum. Hatta yakın çevremden “Fazla mütevazi olma, Türkiye’de gerçek sanıp tepene binerler” diye bana olumlu eleştiride bulunanlar dahi var. Allah’a şükürler olsun, sahip olduğum maddi ve manevi özelliklerden bağımsız olarak alçakgönüllü davranmak benim karakterimde var. Bu arkadaşların bu eleştirileri yapmalarının sebebi beni tanımadan, kendime şahsımla ilgili pek çok anlam yüklemiş olduğumu düşünmeleri. Halbuki ne söylüyorsam o gerçektir. Benim içim dışım birdir. Gizli bir gündemim hiçbir zaman olmadı, olmayacaktır. Eğer bu işleri ilk yapan kişiyim veya ilk yapanlardanım diyorsam bu gerçektir. Bunu kendimi övmek için değil, insanlara doğru bir bilgi aktarmak için paylaşmışımdır. Hatta ilklere imza atma anlamında eksik bile söylemişim. Size şu ana kadar yaptıklarımı tam liste olarak aşağıda aktarayım ki, nasıl bir kafada ve vizyonda biri olduğumu daha iyi anlatabileyim. İşte Serhan H. Süzer olarak şu ana kadar imza attığım ilkler:
Türkiye’de imza attığım ilkler
1) "Turkey" adının "Türkiye" olarak değiştirilmesi: 2019 senesinde Türkiye’nin İngilizce adının ‘Turkey’ değil ‘Turkia’ olarak değiştirilmesi gerektiğiyle ilgili bir blog yazısı kaleme aldım. Bu yazıyı “https://www.serhansuzer.com/tr/ulkemizin-ingilizce-adi-turkia-olmali” linkinde okuyabilirsiniz. Bu yazıdan sonra bana özellikle Linkedin ve Instagram üzerinden binlerce mesaj geldi. Bu mesajların büyük çoğunluğu destekleyen mesajlardı, arada benim bu fikrimi saçma bulduğunu söyleyen ve eleştiren mesajlar da vardı. Hatta bu konuda benimle dalga geçen tanıdığım bazı insanlar da oldu (onları da sildim hayatımdan). Mesajları yollayanlar arasında özel sektörden, STK’lardan ve devlet kademesinden her tip insan vardı. Mesajlardan birini Cumhurbaşkanı Danışmanından aldım. Bana “Bu verdiğiniz tavsiye çok enteresan, bunu kaydettik, ileride değerlendireceğiz” gibilerinden bir mesaj yolladı. Bu mesajdan yaklaşık 1.5-2 sene sonra Türkiye Cumhuriyeti İngilizce resmi ismini “Turkey” yerine “Türkiye” olarak değiştirdi. Böylelikle Türkiye’nin uluslararası resmi isminin değişmesine ön ayak olanlardan biri oldum. İster inanın ister inanmayın ama bu bir gerçek. Bu değişime öncülük edenlerden olduğum için de kendimle gurur duyuyorum. Bir tek benim tavsiyem ismin “Turkia” diye değiştirilmesiydi, bunun yerine bizim Türkçede kullandığımız “Türkiye” şeklinde değiştirildi. Bence ileride “Türkiye” kelimesinin benim önerdiğim “Turkia” diye değiştirilmesinde fayda var. Çünkü “Türkiye” kelimesi İngilizceyle uyumlu değil. İngilizcede “ü” harfi yok, insanlar “u” diye telaffuz ediyorlar. Bir de çoğu kişi “Türkiye” kelimesini gördüğünde nasıl telaffuz edeceğini bilmiyor. Çoğu zaman “Turkay”, “Türkiy”, “Törkiy” gibi telaffuz ediyorlar. Halbuki “Turkia” diye yazarsak, %99 herkes “Turkia” diye doğru telaffuz eder. Bir de ilk yazdığım makalede belirttiğim gibi İngilizce “-ia” eki sona konunca “o ulusun ülkesi” anlamına geliyor. Örneğin Estonia, Eston’un ülkesi, Bulgaria, Bulgar’ın ülkesi, Russia, Rus’un ülkesi, Croatia, Croat’ın (yani Hırvat’ın) ülkesi anlamına geliyor. O halde “Türk’ün ülkesi” diyebilmek için bizimde adımızı uluslararası olarak “Turkia” diye yazmamız gerekiyor. Bu hem okunuş hem de İngilizce gramer yapısına uygunluk açısından doğru yazım şeklidir.
2) Güneş Enerjisi: Türkiye’de güneş enerjisi sektörünü başlatanlardanım. 2011 senesinde güneş enerjisine ısı ve buhar üreten CSP (Concentrating Solar Power) teknolojiyle giriş yaptım. 2013 senesinde elektrik üreten PV (Photovoltaic) sektörüne girdim. O yıldan beri güneş enerjisi sektöründe onlarca projeye imza attım. Benim güneş enerjisine girdiğim dönemlerde sektörde iş yapan firma sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Güneş enerjisi sektörüne giriş hikayemi ve yükselişimi kaleme aldığım blog yazımı okumanızı tavsiye ederim: https://www.serhansuzer.com/tr/onur-duydugumuz-bir-yukselis-oykusu-ekore
3) %100 yenilenebilir enerji: Türkiye’de enerji ihtiyacımızın tamamını (%100’ünü) yenilenebilir enerjiden karşılamamız gerekiyor söylemini ilk ortaya atanlardan biriyim. Bu söylemi dillendirmiş çok değerli üniversite hocaları vardır diye düşünüyorum ama özel sektörden %100 yenilenebilir bayrağını ilk açan olduğumu söyleyebilirim. Hatta 2013 yılında Turkish Policy Quarterly’de (TPQ) “Türkiye neden %100 yenilenebilir enerjiyi hedeflemeli?” başlıklı bir makale kaleme alarak bunu açıkça dillendirmiştim. Bu yazıdan dolayı enerji sektöründe çalışan bazı profesyonellerden benimle dalga geçenler ve “Fazla ütopik konuşuyorsun” diye eleştirenler bile oldu. Son yıllarda tüm bu eleştirenlerin sıkı birer yenilenebilir enerjiciye dönüşmüş olmalarını gözlemlemek bana keyif veriyor.
4) Finansal teknoloji (Fintech): Türkiye’de fintech sektörünü ilk başlatanlardanım. 2014 yılında Moka Ödeme Kuruluşu A.Ş.’yi kurduk ve 2021 senesinde İş Bankası’na sattık. Sanal POS ve Web POS alanlarında ilk faaliyet gösteren fintech firmalarından biri olduk. Ayrıca Türkiye’de “Ödeme Kuruluşu” lisansını ilk alan firmalardan biriydi Moka. Bu geçmişimizle gurur duyuyorum. Bu vesileyle Moka'nın kuruluş hikayesini anlattığım blog yazımı (bknz: https://www.serhansuzer.com/tr/mokadan-bonbona-rotadan-sasmayan-manevralar) ve Moka'nın İş Bankası'na satışını paylaştığım yazımı (bknz: https://www.serhansuzer.com/tr/mokanin-is-bankasina-basarili-satisi) okumanızı tavsiye ederim.
5) Gıda Bankacılığı: Türkiye’de gıda bankacılığını başlatanlardanım. 2010 senesinin mayıs ayında Gıda Bankacılığı Derneği’ni kurduk. Sonraki yıllarda, yanlış hatırlamıyorsam 2014’te, ismimizi benim tavsiyemle Temel İhtiyaç Derneği (TİDER) olarak değiştirdik. Bunun sebebi gıda bankacılığı modeline israfı önleme ve “balık verirken balık tutmasını öğretme” modellerini eklemekti. TİDER’in kurucu başkanı ve ilk yönetim kurulu başkanıyım. Bu görevimi 7 sene devam ettirdikten sonra yönetim kurulu başkanlığı bayrağını devrettim ve 2021 senesine kadar danışman olarak TİDER’in yönetim kuruluna destek verdim. Şu ana kadar milyonlarca kişiye yardımda bulunan gıda bankacılığının bu öncü kuruluşunu kurduğumuz için gurur duyuyorum. Daha fazla bilgi için TİDER'in kuruluşuyla ilgili kaleme aldığım blog yazımı okuyabilirsiniz: https://www.serhansuzer.com/tr/yoksullukla-mucadelede-ideal-bir-model-destek-projesi
6) Türkiye'nin ilk elektrikli araçları: 2013 senesinde Renault'nun Türkiye'ye getirdiği ilk "%100 elektrikli" 200 araçtan birini ben satın aldım ve kullanmaya başladım. O zaman aracın arka camında "%100 elektrikli ibaresi yazdığı için yolda millet beni durduruyor ve "nasıl, yani bu arabaya benzin koymuyor musun?" veya "bu elektrikli araç nasıl gidiyor?" gibi sorular soruyorlardı. Renault Fluence marka bu otomobillerin üretimini Renault kısa bir süre sonra durdurmuş olmasına rağmen bataryayı değiştridim (dolayısıyla menzilini arttı) ve aracı hala kullanmaya devam ediyorum. Şehir içi için ideal bir araç, bana ciddi anlamda benzin tasarrufu sağlıyor. Kullanımı da çok rahat.
7) Global Gıda Bankacılığı Ağı'nda ilk inovasyon ödülünü kazanan TİDER: Tüm dünyada faaliyet gösteren gıda bankalarını temsil eden sivil toplu kuruluşu Global Gıda Bankacılığı Ağı'na (Global Foodbanking Network - kısaca GFN) TİDER resmi olarak 2017 senesinde üye oldu. Aynı sene dünyadaki tüm gıda bankalarının katıldığı zirvede deklare edilen ilk inovasyon yarışmasına katıldı ve GFN'e üye tüm dünyadaki gıa bankalarının oylarıyla birinci seçildi.
Bu büyük bir onurdur. Bu etkinliğe şahsen TİDER'i temsilen "yönetim kurulu başkanı" titriyle ben katıldım, TİDER'in modeliyle ilgili konuşma yaptım ve tüm delegelerle tek tek konuştum. Sonuç harika oldu. Türkiye'den çıkan bir STK'nın ortaya çıkardığı modelle "en inovatif modele" sahip olduğunun tescillenmesi bizlerin ne denli doğru işler yaptığımızı ve ne kadar ilerici bir bakış açısına sahip olduğumuzu gösteriyor. TİDER modeliyle ilgili daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız https://www.serhansuzer.com/tr/temel-ihtiyac-dernegi-tideri-anlamak linkindeki yazımı okuyabilirsiniz. Ayrıca TİDER'in GFN'in ilk inovasyon ödülünü kazandığı etkinliğin hikayesini anlattığım yazıyı da https://www.serhansuzer.com/tr/global-bir-stk-olma-yolundaki-tidere-buyuk-odul linkinde okuyabilirsiniz.
8) Afet Platformu: Afet Platformu’nun fikir babası ve kurucularındanım. Elazığ Depremi’nden sonra benim İhtiyaç Haritası’ndan Ali Ercan’ı arayıp “Tüm STK’ları bir araya getirip böyle bir platform kuralım” dememle başlattığımız hareket Afet Platformu’nun kuruluşuna kadar gitti. Bu platformu kurduktan sonra oy birliğiyle ben platformun ilk dönem sözcülüğünü (yani bir başka tabirle başkanlığını) üstlendim. “Afet Platformu” ismine de benim önerdiğim şekilde oy çokluğuyla karar verildi. Son olarak, kuruluşun simgesi olarak da yine oy çokluğuyla benim tasarlattığım ve önerdiğim logo seçildi. Afet Platformu gibi STK’ların bir arada çalışabilecekleri bir mekanizmayı ortaya çıkardığımız ve bu platform aracılığıyla özellikle afet dönemlerinde yaptığımız tüm faydalı çalışmalar için gururluyum. Afet Platformu'nun kuruluşuyla ilgili kaleme aldığım detaylı blog yazısını okumanızı tavsiye ederim: https://www.serhansuzer.com/tr/elazigda-bizim-stklar-tarih-yaziyor
9) Savaştan sonra yapılan ilk yatırım, Coca Cola Irak: ABD 2003 senesinde Irak’a girdikten sonra ülke uzun süre savaş ortamında kaldı. Bu ortamın en sıcak olduğu dönemlerde, 2006 senesinde Coca Cola Türkiye ve bölgedeki birçok ülkenin Coca Cola franchise’ı olan Anadolu Grubu’nun yönetim kurulu başkanı ve CEO’su Tuncay Özilhan’ın babamı destek almak için aramasıyla biz olaya dahil olduk. Meğer Irak’ta Coca Cola franchise’ı almışlar ancak ülkedeki türlü zorluklar ve ülke dinamikleri yüzünden bir türlü üretimi başlatamıyorlarmış. Babam bu konuyu aile şirketimizin yönetim kuruluna gündem maddesi olarak getirdi ve detaylı şekilde konuştuk. Sonuçta ben bu işi üstlenmek istedim ve yönetim kurulu üyesi olarak bu işin başına getirildim. Bir sene planlama, bir sene fabrikanın inşa edilmesi ve bir sene de fabrikanın işletilmesiyle toplamda 3 senelik bir tecrübe sonucunda azınlık hissemizi Coca Cola Company’e sattık ve bu işten çıktık. Bizim için hem iyi bir deneyim hem de para kazandığımız bir iş oldu. Ayrıca savaştan sonra Irak’taki ilk yatırıma imza atmış olduk. Coca Cola 70 küsur sene sonra Irak’a dönmüş oldu. Biz de bir senelik işletmemiz sonucunda pazar penetrasyonumuzu %60’ın üzerine çıkararak büyük bir başarıya imza attık. Coca Cola Irak projemizi anlattığım blog yazımı okumanızı tavsiye ederim: https://www.serhansuzer.com/tr/coca-cola-irak-projesi
10) Orta Amerika’dan Türkiye’ye yapılan ilk devlet başkanı ziyareti: 2008 senesinde Kosta Rika’nın İstanbul fahri konsolosu oldum. O yıllardaki en genç fahri konsoloslardan biriydim. Yaptığım önemli işlerden biri 2009 senesinin son aylarında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Orta Amerika’dan ilk resmi ziyarete imza atmaktı. O dönemin Kosta Rika Devlet Başkanı, Nobel Barış Ödüllü Oscar Arias idi. Bana “Benden bir isteğin var mı?” diye sorunca “Türkiye’yi resmi olarak ziyaret etmeniz harika olur” dememle başlayan sürecin sonucunda Orta Amerikalı bir ülkeden Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türkiye’ye ilk resmi ziyareti organize etmiş olduk. Bununla gurur duyuyorum. Bu ilk resmi ziyaretin tam hikayesini https://www.serhansuzer.com/tr/2009-turkiye-kosta-rika-iliskilerinde-donum-yili linkinde okuyabilirsiniz.
11) Türkiye ve Kosta Rika’nın ilk defa karşılıklı büyükelçilik açmaları: Fahri Konsolosluk döneminde en çok emek verdiğim konulardan biridir. Bu hedefime fahri konsolos olduktan 6 yıl sonra ulaştım. 2014 senesinde tarihlerinde ilk defa önce Türkiye Kosta Rika’ın başkenti San Jose’de büyükelçilik açtı. Kısa bir süre sonra aynı sene Kosta Rika Ankara’da büyükelçilik açtı. Bu süreçte Kosta Rika’nın büyükelçilik yerinin belirlenmesi için özel olarak görevlendirildim ve bu görevimi büyük bir keyifle yerine getirdim. Sonuçta iki ülkenin ilişkileri için milat anlamına gelen karşılıklı büyükelçilik açma hedefimizi gerçekleştirdik ve bu işin icrasında Kosta Rika adına başrolde ben vardım. Kosta Rika Fahri Konsolosu olarak karşılıklı büyükelçilik açma hedefine ulaşmamız dahil 2010-2015 yılları arasında yaptığımız işleri https://www.serhansuzer.com/tr/kosta-rika-fahri-konsolosu-olarak-gecen-5-yil-2010-2015 linkinde okuyabilirsiniz.
12) Türkiye’den Orta Amerika’ya ilk uçuş hattının kurulması: Bir başka çok uğraştığımız konu iki ülke arasındaki sirkülasyonun artması için direkt uçuş hattının kurulmasıydı. Öncelikle bölgede ilişkilerin kurulması açısında 2013 senesinde Türkiye ve Kosta Rika Dışişleri Bakanlıkları arasında Sivil Havacılık Anlaşması imzalandı. Bu hattın kurulması için adeta bir ön hazırlıktı. Sonrasında THY’ye her kademede gidip konuştuğumuzu hatırlıyorum. En sonunda Orta Amerika’ya direkt hat kurulması için üst yönetici kademesini ikna ettik. Konuyu araştırdıklarında da İstanbul – Panama City arasında bir hattın uygun olacağına karar verdiler ve hattı kurdular. Ben şahsen İstanbul – San Jose arası bir hattın kurulması için çaba gösterdim. THY, İstanbul – Panama City direkt hattında karar kıldı. Buna da şükür. Lakin Panama City – San Jose arası Ankara – İstanbul mesafesi gibi 1 saatlik uçuşa tekabül ediyor. Tüm gösterdiğimiz çabanın bir sonuca ulaşmasını görmekten dolayı şahsen ciddi iş tatmini yaşadığımı söyleyebilirim.
13) Yum International zincirinde LEED sertifikalı ilk yeşil restoran (KFC - Bostancı): Aile şirketinde en son yaptığım iş KFC ve Pizza Hut restoranlarının ana şirketinin CEO’luğuydu. Bu şirketin CEO’luk görevinden ayrılıp kendi güneş enerjisi işimi kurdum. KFC ve Pizza Hut Türkiye şirketimizde en son yaptığım iş de tüm Yum International zincirinde ilk LEED sertifikalı yeşil restoranı açmaktı. KFC Bostancı’ya GES çatı sistemini ve su tüketimini asgariye indirmek için özel tasarımlı mutfağı ve tuvaleti o dönemde yaptırmıştık. Ben bunun bütün sektöre örnek olması için çarşaf çarşaf her yerde röportaj vermiş, bu işin geniş kitlelere yayılması için iletişim anlamında elimden geleni yapmıştım. KFC ve Pizza Hut’ın ana şirketi olan Amerikan Yum International’ın ilk yeşil restoranını İstanbul’da açmış olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Hoş, tüm bu güzel temennilerimize rağmen sektör sürdürülebilirlik adına bu yaptığımız önemli işin devamını getirmedi (tabii ki benim iletişimde bulunduğum perakendecilerin hepsi ek maliyet bahanesinin arkasına saklandı) ama biz yine de gıda perakende sektörüne örnek olabilmek için elimizden geleni yapmıştık. Bu konuyu bloğumda da kaleme aldım. https://www.serhansuzer.com/tr/gida-perakendesinde-enerji-ve-su-verimliligi linkindeki yazımı okumanızı tavsiye ederim.
14) Otomat Gıda Bankacılığı: TİDER modelini oturtmaya başladığımız dönemde benim ön ayak olmamla birlikte yardımları otomatiğe bağlamak için Otomat Gıda Bankacılığını başlattık. Kadıköy Belediyesi’yle ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz ilk Otomat Gıda Bankacılığı işi maalesef tutmadı. Tutsa operasyonel maliyeti düşük bir yardım kanalını daha ülkemize kazandırmış olacaktık. Tutmamasını birçok sebebi var, şimdi bu yazıda buna girmeyeceğim ama bu aşamada bu konuda kaleme aldığım https://www.serhansuzer.com/tr/turkiyede-bir-ilk-otomat-gida-bankaciligi linkindeki yazımı okumanızı tavsiye ederim.
15) Kosta Rikalı film yönetmeni Hilda Hidalgo’nun “Aşk ve Diğer Şeytanlar” filminin Türkiye prömiyeri İstanbul Modern’de: Kosta Rika’nın ülke çapındaki önemli yönetmenlerinden olan Hilda Hidalgo’yu Kosta Rika Fahri Konsolosluğu olarak İstanbul’a getirip İstanbul Modern’de bir hafta sonu prömiyer yapmasını sağladık. İlk defa Kosta Rika’nın böyle önemli bir yönetmeni ve onun imza attığı meşhur “Aşk ve diğer Şeytanlar” başlıklı filmini Türkiye’de göstermiş olduk.
16) Kosta Rikalı heykeltıraş Jose Sancho’nun “Erotik Doğa” başlıklı sergisinin Pera Müzesi’nde sergilenmesi: Yine Kosta Rika’nın önemli sanatçılarından biri olan Jose Sancho’yu ilk defa Türkiye’ye getirip Pera Müzesi’nde yaz boyunca sergi açmasına vesile olduk. Kosta Rika’nın en önemli heykeltraşlarından olan Jose Sancho, ailesi ve kendi adına açmış olduğu vakfının yetkilileri bu sergiden dolayı çok mutlu oldular. Detaylar için https://www.serhansuzer.com/tr/jose-sancho-sergisi-bir-sanat-ve-dostluk-oykusu linkindeki yazıyı okuyabilirsiniz.
Bu bilgileri sizlere aktardıktan sonra vizyoner olmamın ailenin zenginliğiyle alakalı olmadığının ve olayları önceden görebilmenin doğuştan geldiğinin altını çizmek isterim. Allah’ın bana bahşettiği bir özelliği de insanlığın yararına kullanmaya devam edeceğimi ve bundan sonra hayatımda birçok ilke imza atmaya devam edeceğimi de müjdelerim. Beni izlemeye devam edin.
4) Zengin sporu olan kayakla iklim değişikliği ne alaka?
Yorum: Biz Fakir olduğumuz için kayak yapamadığımızdan kar kalitesinden veya özel sahillerde güneşlenirken güneş kalitesinden mevsimsel değişimleri ve küresel ısınma gibi konuları fark edemiyoruz tabi ondan olmuyor olsa gerek.
Bu yoruma cevabım:
Bu yorumu yapan kişiye direk seslenmek isterim: Arkadaşım, ben iyi niyetle iklim değişikliğini nasıl fark ettiğimi anlatıyorum, sen olayı yine zengin-fakir ayrımına ve bu özelliklere sahip olmamı neden kafanıza kaktığımdan dem vuruyorsun. Benim niyetim başka, sen konuyu başka bir yere çekip kendini beğenmiş, ukala ve durumu iyi olmayanların halinden anlamayan bir kişi olduğumu ima etmeye çalışıyorsun.
Oysa benim röportajı dinledikten sonra yaptığın bu yorumla birlikte içinde bulunduğun kötü hislerle konuyu esasından saptırmaktan başka bir şey yapmıyorsun.
Birincisi kayakçı olmak kötü bir şey değildir. Ailemin imkanları sayesinde 5 yaşından beri yaptığım kayak sporu bana hem fiziksel hem de manevi olarak çok şey katmıştır. Harika bir sporu her sene yapabildim ve fiziksel olarak kendim için sağlıklı bir hayatın temelini atmış oldum. Doğayla baş başa kalmış olmanın keyfine vardım, bir de aynı zamanda doğaya zarar veren unsurları kayak sayesinde tespit edebildim. Çok küçük yaştan beri doğayı nasıl koruyacağımıza dair kafa yormaya çalıştım. Bunların hepsi kayak sporu sayesinde oldu. Benim kayak sporu yapmamın kimseye zararı yok ayrıca bu sayede başlattığım işlerin doğaya, çevreye ve insanlığa büyük faydası var.
Büyük harflerle hayat felsefem
Son olarak hayat felsefemi bulduğum her fırsatta tekrar ediyorum. Bu yazıda da vurgulaya vurgulaya tekrar paylaşacağım. Sizler gibi, insanları yargısız infaz edercesine eleştirenlerin daha rahat okuması için hayat felsefemi büyük harflerle yazıyorum. Bu kısmı iyi okuyun.
BU HAYATA DOĞAN HİÇBİRİMİZİN NEREDE GÖZÜMÜZÜ AÇACAĞINI, ANNE BABAMIZIN, KARDEŞLERİMİZİN KİM OLACAĞINI SEÇME HAKKININ OLMADIĞINI, HANGİ KONUMDA OLACAĞIMIZI (ZENGİN VEYA FAKİR, İYİ BİR AİLEDE VEYA ANNE BABASIZ), HANGİ DİLİ KONUŞACAĞIMIZI, HANGİ DİNE MENSUP OLACAĞIMIZI (ÖZELLİKLE 18 YAŞINDAN ÖNCE) SEÇEMEYECEĞİMİZİ HEPİMİZ BİLİYORUZ.
ELİMİZDE OLMAYAN ŞEYLERLE İNSANLARI YARGILAMAK DOĞRU DEĞİL. HERKESİN BU HAYATTA BİR BAŞLANGIÇ NOKTASI VAR. ÖNEMLİ OLAN BAŞLANGIÇ NOKTASI DEĞİLDİR, ÖNEMLİ OLAN BU HAYATTA BAŞLADIĞINLA BİTİRDİĞİN YERİN ARASINDAKİ FARKTIR. BU FARK NE KADAR AÇIKSA, NE KADAR ÇOK YOL KATETMİŞSEN O KADAR ANLAMLI VE GÜZEL BİR HAYAT YAŞAMIŞSINDIR. BUNUN ÖLÇÜSÜ DE İLLA ZENGİNLİK VEYA FAKİRLİK DEĞİLDİR. HALİNİZ VAKTİNİZ YERİNDE DEĞİLDİR, AMA YİNE DE 2 TANE VATANA, İNSANLIĞA FAYDALI ASLAN GİBİ EVLAT YETİŞTİRMİŞSİNİZDİR, O ZAMAN SİZ DE POZİTİF VE GÜZEL BİR YAŞAM SÜRMÜŞSÜNÜZ DEMEKTİR. BAŞKA BİR ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE, YİNE ZOR GEÇİNİYORSUNUZDUR AMA TÜM KOŞULLARA RAĞMEN STK’LAR ARACILIĞIYLA YÜZLERCE/BİNLERCE İNSANA YARDIM ETMİŞSİNİZDİR, O ZAMAN DA SİZ SON DERECE OLUMLU BİR HAYAT YAŞAMIŞSINIZDIR.
DOLAYISIYLA İNSANLARI ZENGİNLİĞİYLE FAKİRLİĞİYLE YARGILAMAK YERİNE, İNSANLIK ADINA KATETTİKLERİ MESAFELERE BAKMANIZ GEREKİR.
Temenni ve teşekkürlerim
Türkiye’nin fark yaratabilecek girişimciler için çok zor bir ortam olmasının en büyük sebebi başkasını alaşağı etme kültürüyle yetişen, negatiflikleriyle ortamı bozan ve gerçek anlamda vatana millete ve insanlığa hiçbir faydası olmayan bu kişilerdir. Umarım bu insanlar yaşadıklarından ders çıkarırlar ve toplum adına faydalı olmak için çabalayan insanları bu şekilde yalan yanlış yargılamak yerine bu hayata katkıda bulunmaya çalışırlar.
Her ne olursa olsun, gıybet, kıskançlık, yalan yanlış eleştiri yapmak ve negatif duygular beslemek olumlu bir yaşamı işaret etmez. Aksine negatiflikler hep olumsuz kafada olan insanları bulur. O yüzden hiçbir şey bilmeden bana göre hakaret seviyesinde yorum yapan bu arkadaşların doğruluk ve pozitiflik yoluna girmelerini temenni ederim.
Ayrıca tüm olumsuzluklara rağmen, beni tanıyan veya tanımayan, saptama veya eleştirilerini düzgün bir üslupla ve doğrulukla ifade eden, ayrıca kötü niyetli yorumlara cevap yazan tüm kardeşlerimize de can-ı gönülden teşekkür ederim. Bu arkadaşların kalbi doğru yerde. Beni savunmak zorunda olmadıkları halde gerekenleri yazmışlar. Bu pozitifliğin sizlere en güzel şekilde geri dönmesini temenni ederim.
Keşke herkes bu gerçeği görebilse...