Coca-Cola Irak Projesi

Bazen küçük bir çağrışım nesnesi, zengin bir anılar dizisinin zihinde canlanmasını tetikleyebiliyor. Bu haftaki yazımda böyle bir nesnenin düşündürdükleri üzerinden Güney Afrika’ya ve Kuzey Irak’ta yürüttüğüm çetin bir projeye uzanan, Coca-Cola ile ilişkili deneyim ve anılarımı sizlerle paylaşacağım.

Geçtiğimiz günlerde evi taşırken elime alakasız bir yerden Coca-Cola şişesi şeklinde yapılmış bir vuvuzela geçti. Bazen karşınıza çıkan bir nesne sizi çok farklı diyarlara sürükleyebiliyor. Bir anda kafamda anılarım canlanmaya başladı. İlk olarak Güney Afrika maceraları gözümün önünden bir şerit gibi geçmeye başladı. KFC ve Pizza Hut Türkiye şirketinin yöneticisi olarak, Coca-Cola’nın organizasyonuyla 2010 FIFA Dünya Kupası için (havaalanında saçma bir nedenle sınır dışı edilme riski yaşadığım) Güney Afrika’ya gitmiştik. Türkiye’nin lider gıda perakendesi firmalarının oluşturduğu bu grupta bu mini vuvuzelayı epey öttürmüştüm.

Bahsettiğim Coca-Cola şeklinde tasarlanmış mini vuvuzela

 

Tek başına zaten çok ses çıkaran vuvuzelayı bir de grup olarak hep beraber öttürdüğümüzü düşünürseniz Türkiye grubu olarak epey ses çıkarıyorduk. Hele statta diğer seyircilerle birlikte binlerce kişinin aynı anda vuvuzela çaldığı ortamda kulağı büsbütün rahatsız eden bir gürültü çıkıyordu. Tabii hepsinin ötesinde çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. Bu macerayı detaylarıyla paylaştığım “Cape Town’la aramdaki makûs ‘bağlantı’ sorunu!” başlıklı blog yazımı sizlere tekrar hatırlatmak isterim: https://www.serhansuzer.com/tr/cape-townla-aramdaki-maks-baglanti-sorunu

Kafanızda canlandırabilmeniz için o günlerden kalma iki kareyi paylaşıyorum: 


Sıra dışı Coca-Cola tercihi

Bildiğiniz gibi KFC ve Pizza Hut normalde Pepsi Co’dan ayrılmış (restoranlar içecek grubundan spin off yapılıp ayrı bir tüzel kişi olarak devam etti) daha sonra Yum! ismini almış bir firmadır. Geçmişi PepsiCo’ya dayanmasına rağmen KFC ve Pizza Hut’ın Türkiye’deki ana franchise’ı olarak restoranlarımızda Coca-Cola kullanarak sıra dışı bir işe imza atıyorduk. Hatta dünyada yüzlerce ülkede restoranı olan Yum!’ın Coca-Cola kullanan birkaç franchise’ından biriydik diyebilirim. Tüketimimiz de oldukça yüksekti. Zihninizde canlanması için rakam verecek olursam, her gün 30.000 kişiye yemek veren bir restoran şirketinde Coca-Cola ve muadili ürünlerin tüketiminin ne kadar fazla olduğunu tahmin edebilirsiniz. Doğal olarak Coca-Cola İçecek (Coca-Cola’nın Türkiye’deki şişeleme firması) firmasının en iyi müşterilerinden biriydik. O yüzden de Güney Afrika’da en iyi müşterilerini ödüllendirmek isteyen Coca-Cola’nın davetlileri arasında yerimizi almıştık.

Tabii Coca-Cola’yla KFC ve Pizza Hut’ta görev almadan önce de bir geçmişim var. Coca-Cola çağrışımlı Güney Afrika maceralarımızın ardından aklıma Coca-Cola Irak’ı kurduğumuz ve operasyonel hale getirdiğimiz günler gelmeye başladı. Bu deneyimlerimi de sizlere aktarmak isterim.

Irak Projesine kim talip?

2006 senesinde Süzer Holding’te bir yönetim kurulu toplantısında babamın şu sözleri sarf ettiğini hatırlıyorum:

Tuncay Bey (Özilhan) beni geçenlerde aradı. Coca-Cola Irak projesi için Coca-Cola Company’den izin aldıklarını ancak Irak’ta halen süren savaş durumundan dolayı bu projelerini bir türlü gerçekleştiremediklerini söyledi. Orada Bağdatlı yerel bir ortakları da varmış ancak hiçbir aşama kaydedememişler. Fabrikayı Bağdat’ta kurma ihtimalleri ortadan kalkmış. Basra’da da durum hiç iç açıcı değilmiş, ciddi sıkıntılar varmış. O yüzden Kuzey Irak alternatifi üzerinde duruyorlarmış. Gaziantepli olduğumu bildiği için “Senin o bölgede kontakların varsa bize yardımcı olabilir misin?” diye sorunca ben de kendisine “Bir bakayım, kim var kim yok, sana döneyim” dedim. Sonrasında bazı tanıdıklarımın tanıdıklarından oranın ileri gelen bazı iş insanlarıyla görüştüm. Onların aracılığıyla bürokrasiyle de bir yoklamam oldu. Esasında fabrika açmak için Kuzey Irak uygun görünüyor. Tabii bu işi sonuçlandırmak için oraya gidip bizzat temaslarda bulunarak organizasyonu kurmak gerekiyor. Ben de bir söz verdim, bunu yapmamız gerekiyor. Bu işe kim talip olur?

Bu sorudan sonra bir şey beni dürttü ve 5 senedir otelcilik sektöründe verebileceğim her şeyi verdiğimi düşünerek (otelin açılması, kredinin yeniden yapılandırılması, operasyonun optimize edilmesi vb.) ve gerçekten canım sıkılmaya başladığı için hiç tereddüt etmeden elimi kaldırdım: “Ben bu işe girmek isterim.” Benim dışımda yönetim kurulu üyelerinden kimse talip olmamıştı. Neden talip olsunlar ki? Irak demek savaş demekti. 20 Mart 2003 senesinde başlatılan Irak Savaşı’nın üzerinden 3 yıl geçmişti ve savaş hâlâ bilfiil devam ediyordu, her gün bombalama haberleri duyuluyordu. Bense hem olup biteni şahsen merak ettiğimden, hem de kendimi geliştirebileceğim, bana yeni tecrübeler katacak bir iş olduğunu düşündüğümden buna talip olmayı seçmiştim. Beni gerçekten tanıyanlar bilirler; temkinliyimdir ama bu gibi durumlarda korkusuzumdur. Elimi kaldırırken de içimde ne korku ne de bir panik vardı.

Karar ve yola çıkış

Babam “Serhan’ın dışında talip olan yok mu?” diye bir kez daha sordu. Kimsede ne bir ses ne de bir hareket vardı. Bana dönüp “Bunu yapmak istediğine emin misin?” diye sordu. Ben de “Kesinlikle” deyip “Artık hayatımda değişiklik yapmanın zamanı geldi. Bu tecrübeyi istiyorum” dedim. Babam bu sözlerimin ardından “Peki o zaman, proje senindir. Ama temkinli ol, bütün süreçlerle ilgili bizi bilgilendir, ona göre hareket et” dedi. Ben de onu “Beni tanıyorsun, bu anlamda bir sorun çıkmaz” diye cevapladım.

Sonrasında İstanbul’da Coca-Cola İçecek’in belirlediği genel müdür ve bu projeden sorumlu ekibin geri kalanıyla toplantılar yaptığımızı hatırlıyorum. Bütün organizasyon yapıldı, kimlerle görüşeceğim, ne zaman ne yapacağım, yani Irak’taki bütün program oluşturuldu. Artık gitmeye hazırdım.

Irak Havayolları’yla ilk kez uçtuğumda uçakta bulunan herkeste tedirginlik olduğunu hatta çıt çıkmadığını, kimsenin birbiriyle konuşmadığını hatırlıyorum. İlk girişimde havalimanında prosedürlerin oldukça uzun sürdüğünü, sonunda havalimanından çıktığımızda ise bizi bir güvenlik konvoyunun karşıladığını hatırlıyorum. Yolda arabadakilere kalacağımız otelle ilgili soru sorduğumda, “Sheraton buranın en iyi oteli” diye cevaplamışlardı. Sonra otele vardığımızda tipik bir Sheraton binasına geldiğimizi, ancak üzerinde Sheraton yazmadığını fark ettim. Bunu sorguladığımda “Burası eskiden Sheraton’dı, savaş başlayınca adamlar gittiler, otel sahibi Sheraton standartlarında işletmeye devam ediyor. İsmi de herkesin alışık olduğu gibi Sheraton kaldı” dediler. Bunu duyduğumda çok gülmüştüm. Otel esasında hiç fena değildi, standartlar iyiydi, tabii sektörden olduğum için tam Sheraton standardı diyemem ama adamlar o savaş döneminde bence oteli büyük bir gayretle gayet başarılı işletiyorlardı.

Bodrum’dan arayan arkadaşımın tepkisi

Otelde odaya girdikten 1 saat sonra telefonum çaldı, açtım. Arkadan müzik sesi geliyordu. Beni arayan arkadaşımla aramda şöyle bir diyalog geçti:

- Serhan n’aber?

- İyiyim sen nasılsın? (Müzik sesini kastederek) Eğleniyorsunuz galiba.

- Evet, Bodrum’dayız. Happy Hour (bilmeyen okurlarım için açıklama yapayım: Happy Hour genelde akşamüzeri 5'ten sonra başlayan, akşam yemeğine kadar süren açık alanda bazen DJ'le bazen de canlı müzik eşliğinde yapılan bol aksiyonlu parti anlamına geliyor) burada yıkılıyor. Sen de gelsene. İstanbul’daysan hafta sonu atla gel buraya.

- Gelemem şu anda yurtdışındayım.

- Neredesin?

- Irak’tayım.

- Dalga mı geçiyorsun?

- Hayır ciddiyim.

- Oğlum ne işin var Irak’ta? Savaşın içinde?..

- Bir proje için geldim.

- O proje canından değerli mi?

- Sıkıntı yok burada. Televizyondan gördüğün gibi değil.

- Ne yani, şu anda güvende misin?

- Evet, güvendeyim. Dediğim gibi bir proje var, onu yapmaya odaklandım.

- Proje mroje! Dikkat et kendine. Aman riskli bir şeyin içine girme.

- Merak etme, ben iyiyim. Sen eğlencene, keyfine bak.

- Biz eğleniyoruz eğlenmesine de senin durumun yaşmış.

- Yaş maş değil, Beni iyiyim. Bunu ben istedim.

- Burada neler kaçırdığını bir bilsen böyle konuşmazdın.

- Önemli değil. Başka zaman eğlenirim. Şu anda çalışma, kendimi geliştirme zamanı. Sen eğlencene bak.

- Peki sen bilirsin. Yine de dikkat et kendine.

- Sağol. Haberleşiriz.


Ve proje güçlü adımlarla gelişiyor

Bu görüşmeden sonra akşamdan notlarımın üzerinden geçip bir şeyler okuduktan sonra uyuduğumu hatırlıyorum. Ertesi gün erken saatte projeyi gerçekleştirme adına ‘networking’ çalışmalarına başladık. Kahvaltıyı yaptıktan sonra otelden çıktığımı, akşam geç saate kadar (akşam yemeği de dahil) görüşmeler yaptığımı hatırlıyorum. O 3 günlük maratondan sonra tüm görüşmeler olumlu seyretti. Proje yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Attığım tüm adımları babama ve holdingdekilere bildiriyordum. O ilk seyahatimden sonra çıkan sonuçları Coca-Cola İçecek’le yaptığımız bir toplantıda paylaştık. Orada nasıl bir mekanizmayla fabrikanın kurulacağı ortaya çıkmıştı.

Bunun üzerine Tuncay Özilhan babama “Bu iş olacak gibi duruyor. Coca-Cola Irak firmasını kurarsak bu işte ciddi payınız olduğu için sizi de bu konsorsiyumda ortak olarak görmek isteriz” deyince babam “Hay hay, biz de memnun oluruz” diye cevapladı. Bir sonraki gidişimde şirketi kurmak için gerekli işlemleri tamamladık. Üçüncü gidişimde ise Erbil’le Musul arasında Zap Suyu’nun kenarında bir yere baktık. Kafanızda canlanması için fabrikayı kurduğumuz lokasyondan Zap Suyu'nu çektiğim kareleri paylaşmak isterim: 

Tüm teknik, hukuki ve finansal tetkiklerden sonra bu arazinin fabrika kurmak için uygun olduğu ortaya çıktı. Hangi izin prosedürlerinden geçeceğimiz belirlendi ve arazinin satın alınması için harekete geçildi. Ardından İstanbul’da proje hazırlandı. Projeyi yapacak taahhüt firması uzun görüşmeler sonrasında belirlendi, anlaşıldı ve kontrat imzalandı.

2006’da başlanılan Coca-Cola Irak projesinde, yapılan tüm planlamaların ardından 2007 yılında fabrikanın inşasına başladık. Temel atma gününde arazide farklı açılardan çektiğim resimleri de paylaşmak isterim: 

 

Fabrikanın temelini attığımız güne ait bir anımı sizlerle paylaşmak isterim:

İlk kazı ve kebap motivasyonu :)

Sabahın ilk saatlerinde Coca-Cola İçecek’in fabrika yapımının başında olan yöneticisi, Iraklı ortağımızın temsilcisi, taahhüt firmasının mühendisi ve ben sahada buluştuk. Şantiye için getirilen konteynerin içinde proje detaylarının üzerinden son bir kez daha geçtikten sonra dışarı çıktık ve ilk beton dökülecek yerin arkasında beklemeye başladık. Sahada inşaatı yapacak işçiler de karşımızda hazır bekliyorlardı. Projenin tüm paydaşları güzel temennilerini ilettiği kısa konuşmalar yaptı. Ben yaptığım konuşma sırasında gaza geldim, işçilere dönüp “Burada bulunan herkesi bugünün anısına kebapçıya davet ediyorum” dedim.

Kısa konuşmalar yaptıktan sonra kepçelerden biri sahaya intikal etti. Hemen bulunduğumuz yerin önünde ilk kolonun dikileceği yere beton dökmek için kazmaya başladı.

Bir saatlik kazım işleminden sonra işi durdurduk. Aşağıdaki karelerle anı ölümsüzleştirdik.



Öğleye kadar tam mesai çalışıldı. Sonrasında, söz verdiğim üzere saat 2 gibi herkesi toparladık, oranın kalburüstü kebapçılarından birinde (ustası Urfalıydı) güzel güzel kebaplarımızı yedik. İnşaatı başlatmıştık. 

O hengamede restoranda toplu resim çekmemişiz. Çekilmiş tek kare olarak bunu buldum. 


Yoğunluktan akşam uçağına zar zor yetiştiğimizi hatırlıyorum. Tabii bir de kebaplar lezzetliydi ama Türkiye’deki bakterilere alışık olan bünyem Irak bakterilerine tepki göstermişti. Karnım nedeniyle uçakta zor bir zaman geçirdiğimi hatırlıyorum.

 

Fake Sheraton’da balık ziyafeti

Irak’a o dönemde 8 kere gidip geldim. Bu ziyaretlerimden birinde oranın yerlileri bir sohbet sırasında bana Irak mutfağından bahsederken “Çok lezzetli balığımız var burada. Boğazdaki balık ziyafetini aratmaz” deyince o gazla akşam yemeğine balık yemek istedim. İsmini şimdi hatırlayamadığım bir nehir balığından bahsediyorlardı. Balığın lezzetini öve öve bitiremediler. Akşam yemeğine heyecanla oturdum. Direkt balık istedim. “Irak usulü mü yapalım?” diye sordular, “Evet aynen, Irak usulü olsun” dedim. Kaldığımız fake Sheraton Oteli’ndeki garsona balıkla ilgili bir sürü soru sormaya başlayınca adam da ister istemez “Balığın nasıl yapıldığını görmek ister misiniz?” dedi. Ben hiç düşünmeden “Tabii görmek isterim” dedim. Adamla balık yapılan yere, dışarıya çıktık. Balığı yapacak olan adam bana Arapça bir şeyler söyledi, anlamadığımı kendisini izlemeye geldiğimi işaret diliyle ifade ettim. Sonra adam işe koyuldu. Dışarıda büyük bir akvaryumun içinden balığı aldı, elinde sürekli kıpraşan balığı canlı canlı bir anda yere çarptı. Adam sonra kıpraşma hızı azalan balığı tekrar aldı ve yine yere çarptı. Sonra iyiden iyiye hareketleri çok yavaşlayan ve ölmek üzere olan balığı yerden son kez alıp öldürücü hamleyi yaptı. En sert şekilde üçüncü kez yere çarptı. Balık o anda ölüverdi.

Adam öldürdüğü balığı avuçlayıp diğer eliyle de tandır gibi yapılmış kuyu şeklindeki oyuğun kapağını açtı. İçindeki büyük şişlerden birini çıkardı ve balığı şişe farklı açılarda sapladı. Sonra balığı tandırın için koydu. Bana da beklememiz gerekiyor diye bir işaret yaptı. Kendi kendime masaya dönerken içimden “Sen kaşındın, Serhan. Bunu görmeyi sen istedin. Al işte sana balık. Artık o balığı gönül rahatlığıyla yersin” diyerek kendime kızıyordum. Normalde böyle bir şey olmaz ama o balık için üzülmüştüm. ‘Böyle canice hazırlandığını bilseydim sipariş vermezdim’ diye düşündüm. Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 40-45 dakika sonra balığı masamıza getirdiler. Kapağı açtılar, o üzüldüğüm balık pişmiş bir şekilde aynen karşımda duruyordu. Hiçbir ayıklama vs. yapmamışlardı. Masadaki Iraklılar ve diğer herkes beni izliyordu. Bir tek ben balık sipariş etmiştim. Yutkunarak balığı ayıklamaya başladım. Açıkçası tandır kıvamında iyi pişmişti ama nehir balığı olmasından dolayı aşırı kılçıklıydı. Etinden çok kılçığı vardı diyebilirim. Bir de alıştığımız deniz balığı lezzetinde değildi. Doğru düzgün yiyemedim. Biraz suçluluk hissiyle biraz da gerçekten ayıklamanın çok zor olmasından dolayı 15 dakika sonra yemeyi kestim. Masadaki Iraklılar gözümün içine bakarak benden onay bekliyorlardı. “Balığınız çok lezzetli, harika bir şey” gibi bir söylem ağzımdan çıkmadı. Biraz da kafam attığından aklımdakini söyledim: “Bu balıkla deniz balığı arasında çok fark var bence. Hem çok daha kılçıklı hem de lezzeti bir deniz balığı gibi değil. Bir de açıkçası hazırlanma şekli hoşuma gitmedi. Bunu daha insani yapabilirlerdi.” dedim. Misafirlerini memnun etmeye odaklanmış Iraklıların gözlerindeki hayal kırıklığını fark edince hemen ekledim: “Buralardaki nehirlerde böyle balık yetiştiği için şanslısınız. En azından daha farklı bir besin kaynağı. Biraz daha burada kalsam bu balığı ben de severim” diyerek biraz olsun gönüllerini aldım. Sonrasında yemeğe devam ettik, o akşam projenin detaylarını konuştuk.    


Hem işte hem diplomaside aşılan zorluklar

İnşaatı yaparken birçok zorlukla karşılaştık. Lojjistik ve tedarikte yaşanan rutin sıkıntıların ötesinde Türkiye’yle Kuzey Irak yönetimi arasında ciddi kriz çıkması ve hatta bunun sonucunda sınırların kapatılması işimizi iyice zorlaştırmıştı. Her gün manşetlerde ikili ilişkilerde yaşanan kriz köpürtülüyordu. O dönemde Dışişleri Bakanlığı’nda Irak sorumlusu olan ilgili bürokratımızla resmi bir görüşme yaptığımı hatırlıyorum. Hatta kendisine “Biz sadece işimizi yapmak istiyoruz, böyle önemli bir projeye başladık. Sonuca ulaşmak istiyoruz. Ancak ülkemizin menfaati açısından böyle bir projeye devam etmemiz sakıncalıysa biz bu işi hemen bırakabiliriz. Bu konuda sizin görüşlerinizi almak istedik” demiştim. Kendisi bana daha sonra uluslararası ilişkiler açısından gözümü açan, hiç unutmadığım şu sözleri sarf etmişti: “Ülkeler açısından siyasi krizler gelip geçicidir. Önemli olan ülkemizin insanlarının her yerde faaliyet göstermesi ve bunun sonucunda ülkemizin refahını artırmasıdır. O yüzden başladığınız bu işi durdurmayı hiç düşünmeyin. Bilakis, fabrikayı açtıktan sonra üretimi nasıl büyütürüz, Irak’taki faaliyetlerimizi nasıl artırırız ve piyasaya nasıl hakim oluruz diye düşünün” dedi.

İşin ilginç yanı Türk medyasında sadece Kuzey Irak yönetimiyle oluşan kriz değil aynı zamanda Amerikalılarla yaşanan çuval krizi de sürekli işleniyordu. Amerikalılara karşı negatif hissiyat sürekli körükleniyordu. Bizim ise Irak’ta herkesle aramız iyiydi. Kuzey Irak’taki Kürt kökenli, Bağdat’taki Arap kökenli Iraklılarla, Amerikalılarla, koalisyon gücü askerleriyle, herkesle aramız gayet iyiydi ve saygı görüyorduk. Hatta Coca-Cola Company’nin Amerikalı bazı yöneticileriyle Iraklılar arasında çıkan bazı krizleri de iyi yönettik. Türk olmamızın avantajlarını orada gördük. Çünkü hem Batı hem de Doğu kültürünü anlayıp arada köprü vazifesi görüyorduk. Hatta Dışişleri Bakanlığı’nda görüştüğümüz üst düzey bürokrat yaptığımız her şeyden haberdar bir şekilde (artık nasıl bir istihbaratları varsa) bize şunu da söyledi: “Sizin Irak’ta geliştirdiğiniz iyi ilişkiler ve herkesle anlaşıyor olmanız bizim çok hoşumuza gidiyor. Bazen bizlerin yapamadığını siz yapıyorsunuz.”

O toplantıdan aydınlanmış bir şekilde ve onur duyarak çıktım. İnanılmaz bir şeye tanık oluyordum. Türkiye’de medyaya baksanız, neredeyse Kuzey Irak’a savaş ilan edecektik. Ama arka planda Devletimiz, Türk iş insanlarının oluşan negatif ortamdan hiç etkilenmeden faaliyetlerini artırmalarını istiyordu.

Büyük açılış ve gerçekleştirilen ilkler

Bu görüşmede bana Coca-Cola İçecek’in siyasi işlerini götüren yöneticisi de eşlik etti. Toplantıdan çıktıktan sonra İstanbul’da durum değerlendirme toplantısında bize söylenenleri aktardık. Herkesin olan bitenden tedirgin olduğu bir ortamda yapılan toplantıdan “tam gaz devam” sonucu çıktı.

Sonunda 2008 yılının mayıs ayında fabrikayı büyük bir gururla açtık. Bu fabrikanın iki özelliği vardı. Birincisi savaştan sonraki ilk yatırım olma özelliği taşıyordu. Buna o dönemde cesaret edip biz yapmıştık. İkincisi de 70 küsur sene sonra Coca-Cola Irak’a dönmüştü. Coca-Cola, Irak’ta neden 70 küsur sene yok diye sorduğumda bana “Amerikan markası, o yüzden denmişti.” Bunun üzerine “Eee, peki Pepsi var, Pepsi de Amerikan markası değil mi?” diye tekrar sorduğumda mantığını hâlâ anlamadığım şu cevabı almıştım: “Coca-Cola Amerika’nın sembol markası. Bebsi onun kadar Amerika’yı temsil etmiyor.” Araplar “P” harfini “B” şeklinde telaffuz ettikleri için “Bebsi” diyorlardı.

Bu arada Arapların söylemiyle “Bebsi”, bizim Coca-Cola’yı Irak’ta açmamızdan elbette hiç memnun olmadı. 1 sene içinde Kuzey Irak’ta market penetrasyonumuzu %60’lara çıkarıp piyasayı domine etmeyi başardık. İşte 1 sene içinde Kuzey Irak'ta başardıklarımızı özetleyen resimler: 



Stratejik satış kararı ve mutlu son

Güzel giden bu hikâyeyi mutlu sonla bitirdik diyebilirim. Yine holding içinde yapılan toplantıda bana bu yatırımla ilgili ne düşündüğüm soruldu. Ben de aynen şu görüşleri beyan etmiştim: “Bu projeyi gerçekleştirerek bence iyi bir iş başardık. Ancak stratejik açıdan bakarsak bence hisselerimizi satmamız gerekiyor. Çünkü orada hem azınlık ortağıyız hem de bizim ana işimiz değil. Ne zaman temettü alacağımız ve daha birçok şey belli değil. O yüzden şu anda her şey yolundayken satalım, KFC ve Pizza Hut gibi kendi işlerimize odaklanalım.”

Diğer yönetim kurulu üyeleri de beni destekleyince hisseleri satma kararı çıktı. Bu karar Türkiye’deki Coca-Cola İçecek ve Amerika’daki merkez Coca-Cola Company’ye bildirildi. Coca-Cola Company hisselerimize talip oldu. Değerleme yapıldı ve güzel bir kârla hisselerimizi Coca-Cola Company’e sattık.

Coca-Cola’nın örnek profesyonelliği

Bütün süreçlerine hâkim olduğum bu yatırımda kendim her ne kadar Cola içmesem de şirkete karşı hep bir sempatim oluştu. Genel olarak Coca-Cola İçecek veya Coca-Cola Company’de beni rahatsız eden sıkıntılı hiç kimseye rastlamadım. Bu anlamda bence insan kaynakları açısından Coca-Cola çok doğru bir politika izliyor. Orada benim tanıdığım herkes hem düzgün insanlar hem de işini iyi yapan kişiler. Böyle bir organizasyonun karakter yapısı da en baştan kaynaklanıyor. Bu işin başında Türk profesyonelleri ve iş insanlarının gurur kaynağı; Coca-Cola Company gibi dünya devi bir şirketin 11 sene CEO’luğunu yapmış ve bence çok başarılı işlere imza atmış Muhtar Kent ve Coca-Cola İçecek’in ana hissedarı Anadolu Grubu’na kendi döneminde seviye atlatmış Tuncay Özilhan’ın da dahli büyük.

Su tüketimini asgariye indirmek veya plastik ambalajın geri dönüştürülmesi gibi sürdürülebilirlik alanında gösterdikleri çabayı da şahsen önemsiyorum. Daha çok yolları var, hızlanmaları gerekiyor ama bence doğru yoldalar.

TİDER’e kritik dönemde verdikleri destek

Son olarak kurucusu olduğum TİDER’e (Temel İhtiyaç Derneği) pandemi döneminde çok önemli bir sponsorluk vererek yaklaşık 200.000 ailenin temel ihtiyaçlarını karşılamamıza da ön ayak olan Coca-Cola’ya müteşekkirim. Bu dönemde bunun gibi desteklerin önemi çok büyük.

Tüm bunları doğru yaptıkları için de geçtiğimiz Temmuz ayında uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings, Coca-Cola İçecek’in (CCI) Yabancı Para Cinsinden Uzun Vadeli Temerrüt Derecelendirmesi Notunu ve Birincil Teminatsız Derecelendirme Notunu iki kademe artırarak yatırım yapılabilir seviyeye çıkarttı. Bu haberin detayını https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/fitch-coca-cola-icecekin-kredi-notunu-yukseltti-41557651 linkinde okuyabilirsiniz.

Fitch, Coca-Cola İçecek’in kredi notunun yükseltilmesine dair açıklamasında “Şirketin Covid-19 etkisini, 2020'de üstlendiği maliyet azaltma ve nakit koruma önlemleriyle kısmen telafi edeceğini varsayıyoruz; bu da şirketin 2020-2023'te düşük borçluluk yapısını sürdürmesini sağlayacaktır” dedi.

Finansalları iyi yönetmelerinin dışında sivil toplumda, sürdürülebilirlikte değer yaratma üzerinde gösterdikleri çabanın sonucu olarak zor bir dönemde iyi bir sınav veriyorlar. Coca-Cola bana göre uluslararası olma vizyonu taşıyan Türk firmalarının kendilerine örnek almaları gereken bir şirket.

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için