Ülkemizde yitirilen değerler kader mi?

Öncelikle 13 Kasım’daki hain terör saldırısında hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum. Bu çok boyutlu bir terör olayıdır, detaylarına bu yazıda girmeyeceğim. Ancak bu olayın olduğu günün sabahı Boğazda koşarken keyifli ve sakin bir pazar günü geçirmeyi umuyordum. Öyle olmadı. Benim için geçen pazar günü gittikçe iç karartıcı ve problemli bir hal aldı. Olayların nasıl geliştiğini anlatayım.

İki gece önce Düsseldorf’tan dönmüştüm. Normalde elimden geldiğince az eşyayla seyahat etmeyi ve uçağım indikten sonra yanımda taşıdığım valizi direkt alıp hızlı bir şekilde çıkmayı sevdiğim için 5 günlük Almanya seyahati için bir çanta, bir de uçağın içine alabileceğim boyutta küçük valizle yola koyuldum. Almanya’ya gidişte her şey tam da planladığım gibi gitti. Uçak indi, fazla sıra olmayan pasaport kontrol bölümünden hemen geçtim ve 5 dakika içinde dışarıdaydım. Hiç vakit kaybetmeden havalimanından toplantı yapacağım yere gittim.

Dönüşte ise valizimi toparlarken bir karar vermem gerekti. Yanıma bana hediye edilen balı almaya kalksam, çanta veya valizi yanımda taşıyamayacaktım, güvenlik hemen bala el koyacaktı. O yüzden mecburen balı içine koyduğum çantayı uçağa vermek durumunda kaldım, bunu yapmışken ağırlık oluşturan valizi de yanında verdim. Elite üyesi olduğum için çanta ve valizin üzerine “öncelikli” etiketi bile koydular.

Cuma akşamı uçaktan indikten sonra ise kâbus başladı. Küçük valiz ve çanta çıkmadı. Aynı durumda olan 5-6 kişi daha vardı. Beraber ‘kayıp eşya’ bölümüne gittik ve işlemi başlattık. Bize valizlerimizin uçağa yüklenmemiş olduğu ve Düsseldorf’tan kalkacak bir başka uçakla valizlerin gönderileceği ve evlerimize kadar ulaştırılacağı iletildi. Hemen havalimanından ayrılmak isteyen ben, bu işlemler yüzünden 1,5 saat gecikmeli çıkmış oldum. Ertesi gün bana valizlerin pazar günü evime gönderileceği iletildi.

Valiz var, çanta yok

Geçen pazar gününe ise Boğazda erken saatte koşarak başladım. Uzun bir süre sonra tekrar spora başlamış olmanın keyfiyle eve döndüm ve günlük işlerime koyuldum. Bu arada o gün için beklentim kayıp eşya bölümünde bana bildirdikleri üzere valiz ve çantamı alabilmekti. Evde çalıştığım sırada telefonum çaldı ve kaba saba konuşan bir ses bana “Valizi getiriyoruz” deyip adres tarifi almaya çalıştı. Merkezi bir yerde olmama rağmen anlama sorunu çeken kurye sonunda valizimi getirdi. Tabii bir sorun vardı. Normalde bir küçük valiz ve bir de çanta getirmeleri gerekiyordu. Sadece valizi getirdi, çantadan haber yoktu. Hemen kayıp eşya bölümünü arayıp durumu anlamaya çalıştım. Telefondaki hanımefendi bana “Sizin çanta Ankara’ya gitmiş. İsterseniz Ankara kayıp valiz bölümünü arayıp oradan sordurabilirsiniz” dedi. Ben de doğal olarak “Burada iki sorun var. Birincisi valizim geldi, çantam neden valizimle birlikte gelmedi, neden ayrı ayrı uçaklara koydunuz, ikincisi de çantam neden Ankara’ya gitti? Düsseldorf’tan İstanbul’a direkt gelmesi gerekmiyor mu?” diye sordum. Beklediğim gibi telefondaki kişi bu sorularımı cevaplayamadı. Bu arada telefondaki kişi çantamın Ankara’da olduğunu söylüyor, whatsapp hattındaki kişi ise hâlâ Düsseldorf’ta olduğunu yazıyordu.

Taksim’den gelen felaket haberi

Pazar gününü bu valiz konusunda gereksiz zaman harcayarak geçirdim. Tam bu konuyu netleştirdim ve tekrar çalışmaya oturdum, bu sefer de bir anda İstiklal Caddesi’ndeki korkunç bombalama haberi geldi. Ciddi bir acı ve şaşkınlık yaşadım. Kendi kendime “Yine mi bir bombalama felaketi? Bu çok kötü oldu” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Ancak girişte de belirttiğim gibi bu dehşet verici ve çok boyutlu terör olayının irdelenmesi bu yazının konusu olamayacak kadar karmaşık. Taksim saldırısı haberiyle büsbütün kâbusa dönüşen günümün devamında yaşadığım kişisel talihsizlikler devam etti.

Birkaç saat sonra babamı ziyarete gittim. Mesafe yakın olduğu için motora atlayıp gitmiştim. Akşam yemeği ve sohbetten sonra eve dönüş yoluna geçtim.

Görünmez kazanın tam tersi

Etiler’deki Nispetiye Caddesi’nde nispeten düşük bir hızla ilerlerken yolun diğer tarafından (İstanbullu olmayanlar için Nispetiye Caddesi’nin gidiş-geliş tek şeritli bir yol olduğunu hatırlatayım), ters şeritten taksinin teki çok ani bir şekilde U dönüş yaptı ve bir anda benim yolumu kesti. O anda ani bir refleksle frene sonuna kadar bastım ancak mesafe çok kısa olduğu için fren yetmedi, saliselik zaman diliminde iki seçeneğim olduğunu fark ettim: Ya taksiye çarpıp motordan uçacaktım, ya da motoru yatırıp duracaktım.

Hızlı bir şekilde kararımı verdim ve motoru yatırdım. Sol bacağım hem yere sürüldü hem de motorun altında kaldı, yine saliselik bir kararla boşta kalan sağ bacağımla motoru ittirdim, ilk yere sürtünme anından sonra motorun bacağımın üzerine tekrar düşmesini engelledim (evet motor bacağımın üzerinde sekiyordu). Bu reaksiyonumla belki de bacağımın kırılmasını engelledi.

Kazadan sonra hemen kalktım motoru düzelttim, taksi şoförü arabadan çıktı ve yakındaki diğer motorcular da geldi. Koyu bir doğu aksanıyla konuşan taksi şoförüyle aramda şöyle bir diyalog geçti (söze ben başladım):

- Bu nasıl bir dönüştür, bu yoldan bu şekilde U dönüşü yapılır mı?
- Hep yaparım, herkes yapıyor.
- Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu yolda bu şekilde U dönüşü yapılmaz.


Yanımıza gelen iki motorcu ise beni çok şaşırtan bir şekilde taksi şoförünü destekleyen bir tavır sergilediler. Lafa ilk giren kurye “Evet, abi, buradan herkes böyle U dönüşü yapıyor” dedi. (Daha önce motorcuların bir anda toplanıp araba kullananlara saldırdığını görmüş biri olarak bu tavır beni çok şaşırttı. Daha sonra olayı analiz ettiğimde maalesef Vespa kullandığım için sınıfçı bir tavırla emektar olarak gördükleri taksiciyi destekledikleri sonucuna vardım. Oysa burada taksi şoförünün %100 haksız olduğunu ve motor kullanan birinin canına kastettiğini onlar da açıkça görüyorlardı. Buna rağmen taksi şoförünü desteklemeyi tercih ettiler. Memlekette sınıfçılığın ve taraf tutmanın ne boyutta olduğunu bir kez daha deneyimlemiş oldum.)

“Olur böyle şeyler abi”

Ben de motorcuya dönerek “Sen niye lafa karışıyorsun? Arabanın pozisyonunu görmüyor musun? Buradan böyle ani bir U dönüşü yapılır mı? Adam öldürmeye kasıt değil mi bu?” dedim, sonra da taksiciye “Bu yolda böyle ani U dönüşü yapılır mı? Beni görmedin mi?” diye sordum.

Taksi şoförü “Valla görmedim. Olur böyle şeyler abi” dedi. Ölümcül bir hatayı sıradanlaştırdığı bu sözleri beni büsbütün sinirlendirdi: “Ne demek olur? Karşı taraftan farlarım açık bir şekilde geliyorum. Beni nasıl görmezsin? Geri zekâlı mısın? Hadi görmedin böyle bir U dönüşü yapılır mı?” diye çıkıştım.

Bu kez şoför “Benimle böyle konuşamazsın” diyerek üzerime gelme hareketleri yaptı, yani bildiğiniz hem suçlu hem güçlüye çevirmeye çalıştı. O anda kendimi kaybetmek üzereydim, kaskımı çıkarıp ağzını burnunu dağıtmayı düşünmeye başlarken "içimden geçenleri yapmak bana yakışmak diyerek" otokontrolüm devreye girdi ve kendimi toparladım ve ağzımdan şu sözler çıktı: “Nasıl konuşacakmışım? Az önce neredeyse adam öldürüyordun. İstersen polisi çağırıp tespit yaptıralım.”

Can derdine karşı mal derdi

Motorcu kurye de “Abi olur böyle şeyler. Fazla uzatmayalım” diye araya girdikten sonra taksiciye dönerek, “Bu motorun bir parçasını sen karşılayamazsın. O yüzden sen de bir an evvel uzaklaş” dedi. (Biz can derdindeyiz, motorcu Vespa’nın parçasını karşılayamazsın diyerek taksiciyi uyarıyor).

Motorcunun bu uyarısından sonra taksi şoförü söylenerek (hâlâ kendini haklı görüyordu) hızlı bir şekilde taksiye bindi, gözümün önünde iki manevrayla benim şeride ve önüme geçti. Ben de bunun üzerine motoru çalıştırdım ve az önce canıma kasteden taksi şoförünün önüne motorla geçtim ve yoluma devam ettim. O anda tabii ki aklımdan bir sürü alternatif geçti. Resim çekmek, dava açmak vb. Ancak gerçekten bu olayın üzerinde durmanın ve takip etmenin yıllar alacak bir sürece dönüşeceğini, bir şey kazandırmayacağını, aksine psikolojik olarak negatif etkisi olacağını düşündüğüm için hiçbir şey yapmadım, yoluma devam ettim. Ardından eve gittim. Yaramın üzerine tentürdiyot sürüp ayak bileğime ve bacağıma buz tuttum. İyi ki de yapmışım. Bacağımdaki şiş ertesi gün indi.

Gece yarısı kuryesi

İki gün sonra ise, Salı günü gece yarısına yakın bir saatte (23.30 gibi) telefonum ısrarla çaldı, uykuda olan ben yataktan zıplayıp telefonu açtım ve yine kaba saba bir kurye “Valizi getireceğiz, tam adresiniz nedir?” diye ses verdi. Ben de yine beynimden vurulmuşa dönerek (uyku mahmurluğuyla) telefondaki kişiye “Çantanın bugün geleceği söylenmişti ama bu saatte mi getirilir? Neredeyse gece yarısı oldu. Ayıptır. Hem çantayı kaybediyorsunuz hem de insanlara böyle eziyet ediyorsunuz” dedim. Bunun şahsen onun değil kurumunun bir hatası olduğunu da eklememe rağmen telefondaki kişi ukala bir üslupla bana “Sabah 9’dan beri çalışıyorum. İsterseniz getirmeyeyim, siz kendiniz alın” dedi. Bunun üzerine daha da sinirlendim ve “Sıkıyorsa getirme, seni şikayet ederim” diye çıkıştım. Bunun üzerine telefonu yüzüme kapattı. Tekrar aradım telefonu açmadı. 5 dakika sonra kendisi aradı, ben de son derece sert bir şekilde çantayı nereye bırakması gerektiğini tarif ettim, bundan sonra da beni rahatsız etmemesini söyledim. Telefonu kapattıktan sonra aşağıya inip çantayı aldım. Kuryelik yapan birinin “İstersen çantayı getirmeyeyim” tarzında konuşmasını da bir yere not edin.

Saatli bombaya dönüşmüş insanlar

Çantanın gelmemesi ve valizi getiren kuryelerin kaba saba tavırları, teröristlerin ülkemizin huzuruna yine kastetmesi ve motor kazası yaşadığımda taksi şoförü ve diğer motorcuların tavırları... Ülkemizin hazin tablosunu size bir pazar gününe sığdırarak anlatmaya çalıştım. Düsseldorf’ta valizimi uçağa yüklemeyi unutmuş havalimanı çalışanları, valizi getiren Kuryeler, bombayı koyan kadın ve ona yardım yataklık eden kişiler, bombacıyı 45 dakika boyunca orada takılmasına rağmen tespit edememiş bölgede çalışan onlarca sivil polis (tabii olayın istihbarat boyutunda neler olduğunu hiçbirimiz bilemiyoruz), gelişmiş bir ülkede aynı şekilde araba kullansa adam öldürmeye teşebbüsten hapse girecek taksi şoförü ve onu destekleyen çevredeki motorcular... Sorunun özünde ise iyi eğitilmemiş, görevini layıkıyla yapmayan ve kötü şartlarda çalıştıkları için saatli bombaya dönüşmüş insanlar yatıyor.

Sorunun çözümü ise son derece net. İnsanlara doğdukları andan itibaren iyi koşullar sağlamamız ve onları iyi eğitmemiz ve faydalı insan modeline göre yetiştirmemiz gerekiyor. Kendileriyle barışık ve iyi eğitimli insanlar bu içinde bulunduğumuz can sıkıcı ortamı tamamen değiştirebilir. Tabii insanları olması gerektiği gibi eğitmek ve yaşam koşullarını değiştirmek nesiller boyu üzerinde sürekli çalışılması gereken bir iş. Yine de verimli çalışan ve vizyoner devletler bu ortamı sağlayabiliyor. Bu anlamda İskandinav ülkelerine bakmamızda yarar var. Onların sistemleri de mükemmel değil, birçok verimsizlikleri var ama her şeye rağmen dünyanın bana göre en iyi sosyal devlet örneklerini sergiliyorlar. Bir de daha önceki yazılarımda hep belirttiğim gibi eğitimi çok boyutlu ele almak gerekiyor.

Okul dışı eğitim gerekliliği

Bu sadece çocuğa okulda eğitim vermekle olacak bir iş değil. Burada okul eğitimine ek olarak:

1) 10 yaşına kadar çocuğa rahat edeceği ortamı sağlayıp en temel bilgileri vermek gerekiyor (Yaşam Rehberi gibi).

2) Ebeveyn eğitimi çok önemli. Anne babaları sürekli eğitmek gerekiyor. Anne babaları çocuk sahibi olmadan önce ve sonrasında eğitmek lazım. Hatta çocuk büyürken bile (buna ergen yılları dahil) çocukla birlikte anne babaları da sürekli eğitmek ve bilgilendirmek gerekiyor.

3) Eğitmenlerin eğitimi de çok kritik bir konu. Eğitmenlerin her sene bilgilerini tazelemeleri ve çocukları nasıl daha iyi eğiteceklerine dair hem yöntem olarak hem de ders içeriği olarak bilgilendirilmeleri gerekiyor. Bir de evrensel değerleri aşılamayı ve çocukların kişisel gelişimlerini nasıl destekleyebileceklerini eğitmenlere öğretmek gerekiyor.

Tabii şimdi size ideal eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğine dair bazı ipuçları verdikten sonra içinde bulunduğumuz ortamı anlatan bir örnek vermek istiyorum:

Değer katma talebimize karşılık sessizlik

Rüzgar enerji santralimizde yetiştirmek üzere bölgedeki bir meslek lisesiyle temasa geçiyoruz. Lise müdürü bizi son derece iyi karşılıyor. Kendisine hem yenilenebilir enerjiyle ilgili ders içeriğinde yardımcı olabileceğimizi hem de her sene 5-10 stajyer işe alıp beklediğimiz kriterleri karşılayanlardan en az ikisiyle (tabii onların da icazetiyle) anlaşıp teknisyen olarak mesleklerine başlamalarını sağlayabileceğimizi iletiyorum. Nüfustaki artışa rağmen kalifiye ve disiplinli profesyonelleri bulmanın gittikçe zorlaşması da içinde bulunduğumuz ikilemi gösteriyor. Gelen stajyerleri meslek sahibi yapmanın dışında aldıracağımız eğitim programlarıyla (ve sertifikalarla) en iyi şekilde yetişmelerini sağlayacağımız da aşikâr. Yani bu çocukların kaderlerini değiştiriyor olacağız.

Okul müdürü fikri çok iyi karşıladı, heyecanlandı ve kanaatimce iyi bir yönetici olmasına rağmen kafasında çelişkilerle “Böyle bir çalışmaya girmeden önce milli eğitim müdürlüğüne sormam gerekiyor” dedi. Okulda yaptığımız ilk toplantı sonrasında hızlı bir şekilde sonuca gitmek isterken okuldan 1,5 aydır ses çıkmıyor. Defalarca kendilerini arayıp sormamıza rağmen bize dönüş yapmadılar. Normal şartlarda okullarındaki öğrencilerin en iyi şekilde yetişmesini sağlamak istiyoruz düşüncesiyle onların bizi sıkıştırmaları gerekirken tam tersi oluyor. Milli eğitimden onayı almakta zorlanıyorlar. Neden?

Bu sorunun cevabını yanıtlamaya kalksam 3 blog yazısı daha kaleme almam gerekiyor. Sözü burada kesip cevabını size bırakıyorum.

Yaşadıkları kötü ortam ve batmış bir eğitim sistemi yüzünden saatli bombaya dönüşen insanların sayısı ülkemizde ve çevre ülkelerde yükselen bir oranda artıyor. Sonra da bana soruyorlar: “Böyle bir ortamda çocuk yapmak ister misin?” diye.

Elbette istiyorum. Ama çocuk yaparken içinde bulunduğumuz ortamı düzeltmek için elimden geleni yapmaya devam edeceğim. En azından kendi çevremde fark yaratabileceğimi düşünüyorum.

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için