Ders niteliğinde bir RES projesinin kurtarılması -1-

İlk olarak güneş enerjisiyle adım attığım yenilenebilir enerji serüvenimde önemli dönüm noktalarından biri de İzmit Kandıra’da gerçekleştirmek üzere yola çıktığımız Rüzgar Enerji Santrali (RES) Projesiydi. Üst üste gelen ciddi şanssızlıklar nedeniyle büyük mücadelelere sahne olan bu projenin başlangıç sürecinde yaşananları bu yazımda, devamını ise sonraki haftalarda kaleme alacağım.

2011 senesinde başladığım güneş enerjisi serüvenimde, rüzgar enerjisi ve biyogaz gibi farklı yenilenebilir enerji tipleri de ilgimi çekiyordu. Biyogazda farklı yerlerde proje geliştirdik veya geliştirenlere yardımcı olduk. Örneğin Elazığ ilinin biyogaz potansiyelini çıkarıp bir rapor haline getirmiştik.

Esas somutlaştırdığımız proje rüzgar enerjisi tarafında oldu. Bu alanda Ankaralı bir iş insanından 2007 senesinde geliştirdikleri projeyi satın almaya karar verdik. Tabii bu tip satın almalarda MW başına ciddi bir rakam ödüyorsunuz.

Projeyi satın almadan önce teknik, finansal ve hukuki incelemeleri tamamladık. İzmit’in Kandıra İlçesinde Kefken mevkii yakınlarında Babalı köyünün olduğu sahilin sırtlarında olan bu proje her anlamda tatmin ediciydi. Konum olarak Karadeniz sahilinden esen rüzgarı direkt cepheden karşılayan projede kapasite faktörü %39 çıkıyor. Sektörden olmayan okuyucularım için kapasite faktörünü açıklayayım: Elektrik santralinin net kapasite faktörü (KF), santralin belli bir zaman aralığında ürettiği toplam enerjinin tam kapasitede üretebileceği enerjiye bölümüdür (Wikipedia: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kapasite_fakt%C3%B6r%C3%BC#:~:text=Elektrik%20santralinin%20net%20kapasite%20fakt%C3%B6r%C3%BC,ba%C4%9Fl%C4%B1%20olarak%20a%C5%9F%C4%B1r%C4%B1%20derecede%20de%C4%9Fi%C5%9Fir.). Rüzgar enerjisi projelerinde kapasite faktörü %35’in üzerinde olanlar yüksek çekiciliğe sahip projeler olarak kabul edilir.

Dünya Bankası fonu için teminat mektubu arayışı

Proje geliştirme bedelinin ilk taksitini ödeyip projeyi satın aldıktan sonra projenin finansmanı için piyasadaki en aktif olarak bilinen bankalarla temasa geçtik. Genelde iyi karşılandık. Hatta proje finansmanı anlamında Dünya Bankası fonu kullandıran Türkiye’nin en önemli proje finansman odaklı bankasıyla görüştük. Ellerindeki avantajlı krediyi kullanabilmemiz için bir başka bankadan teminat mektubu getirmemiz gerekiyordu. Onun için de diğer bankalarla görüşmeye başladık.

5-6 bankayla teminat mektubu için görüşme halindeyken ilk büyük darbeyi aldık. 15 Temmuz olayı patlak verdi. Özellikle Türkiye’de büyüklük olarak ilk 5’in içinde olan bir banka ertesi hafta bize “Ülke bir darbe girişimi yaşadı. Şu anda bırakın yeni kredi vermeyi halihazırdaki kredileri çağırıyoruz” dedi. Diğer bütün bankalar da masadan teker teker kalktılar.

Bu görüştüğümüz bankalar arasında hacim olarak en küçük olan banka cesur çıktı ve 2016 senesinin kasım ayında, daha önce görüştüğümüz projemiz için bizi davet etti. “Dünya Bankası fonu kullandıran bankanın kredisi için teminat mektubu talebiniz vardı. Limitlerimizi açtık, bu konuyu konuşabiliriz” dediler.

Uzun müzakereler ve bazı ek teminatlar sonucunda teminat mektubunu alabildik. O mektup sayesinde Dünya Bankası fonuyla kullandırılan krediye hak kazandık. 2016 yılının aralık ayında türbin firmasına ilk büyük ödemeyi yaptık ve siparişi verdik.

Beklenmedik gelişmeler ve zorluklar

Her şey yoluna girmiş gibi düşünürken o dönemki ortamda, yavaş yavaş sonrasında çıkmakta çok zorlandığımız bir girdaba girmeye başladık. Rüzgar projesinin sermayesi için ayırdığımız elimizdeki parayı benim diğer girişimler batmasın diye kullanmak zorunda kaldık ve nakit rezervlerimiz hızla erimeye başladı. O şirketlere mecburen nakit desteği vermek zorundaydık çünkü bu şirketler batsaydı, benim bütün diğer işlere sirayet edecekti ve bu durum 4 şirketimi de iflasa sürükleyecekti.

Ancak normal şartlarda benden nakit talep etmeyen 4 şirketimden de nakit talebi gelince ne kadar zor durumda kaldığımı tahmin edebilirsiniz. Sonuçta konjonktür yabancı yatırımcıların Türkiye’yi teker teker terk ettiği, şirketlerin battığı veya konkordato ilan ettiği, finans kuruluşlarının her konuda çok hassas ve saldırgan olduğu ve nakit ihtiyacının günden güne büyük bir hızla büyüdüğü bir sürece dönüşmüştü. 15 Temmuz öncesi görüştüğümüz yaklaşık 10 civarında potansiyel yatırımcının hepsi bizi arayıp eğer Türkiye’de varlıkları varsa “Türkiye’den çıkmaya”, ilk defa girmeyi planlıyorlarsa da “Türkiye’ye yatırım yapmamaya” karar verdiklerini bildiriyordu. Hepsi ülkeden bir an önce çıkmak için yoğun çaba göstermeye başladılar. Biz de büyük zorlukların içine düşmüş olduk.

2 seneye yayılan ek kredi müzakereleri

Tüm bu bocalama içinde teminat mektubu aldığımız bankayla temasa geçip durumu anlattık. Nakit ihtiyacını dillendirdik. Önceleri durumu anladıklarını belirterek bizimle ek kredi kullanımını konuşmaya başladılar. Ancak daha sonra her ne hikmetse komiteden geçen ek kredi talebimiz yönetim kurulundan geçemedi. Ardından büyük bir boşluğa düştük. Ortamdan dolayı başka bir bankaya gitme şansımız da yoktu.

Yaklaşık 2 sene bu müzakereler devam etti. Sonuçta banka bize vereceği ek kredi ile kredi riskini kıyasladı ve projeyi canlı tutmanın, projeyi batırıp ellerindeki teminatı kullanmaktan çok daha lehlerine olduğuna karar verdi. Zaten matematiği yapıldığında da durum çok netti. Ancak bu konuda inisiyatif almaları 2 sene sürdü. Uzun görüşmeler maratonu 2019 yılının Mart ayında ek krediyi almamızla son buldu. Tabii bu görüşmeler sırasında takdir edersiniz ki hem ana krediyi veren banka hem de türbin firması bize sürekli kalan ödemeleri ne zaman yapacağımız konusunda baskı yapıyorlardı.

Senvion’un konkordato şoku

Biz bu finansmanı garantiledikten 15 gün sonra bir sonraki büyük darbeyi yedik. Türbin firması Senvion konkordato ilan etti. Avrupa’da 6.000 küsur türbini olan Senvion (eski adıyla Repower), zamanının en iyi türbin firmalarından biriydi. Bu Alman türbin firması yanlış bir kararla Hintlilere satılana kadar da rekabetin içinde en iyiler arasında yerini aldı. Bana anlatılanları burada sizlere aktarıyorum. Bir Hint firması olan Suzlon Repower’ı satın aldıktan sonra teknoloji transferi yapıp geri kalanını bir Amerikan fonuna sattı. Satın alan Amerikan fonu ciddi bir yatırımla ve ismini Senvion’a değiştirerek firmayı özellikle teknoloji anlamında tekrar ayağa kaldırmayı başardı. Yapılan iyileştirmeler sayesinde yine en kaliteli ve verimli türbinler arasında yerlerini aldılar. İşte bu noktada biz de türbin alternatiflerini değerlendirirken Senvion Türkiye’nin o dönemki genel müdürünün bizimle temasa geçmesiyle Senvion türbinini değerlendirmeye başladık.

Class III türbinlerinde yaptığımız kıyaslamalarda ve ürettiğimiz senaryolarda Senvion türbini açık ara en iyi üretim değerlerine sahipti. O yüzden Türkiye’de doğru düzgün O&M (işletme ve bakım) ekibi olmamasına rağmen Senvion’u seçtik. En kaliteli komponentlere sahip Senvion türbini teknik olarak üstün bir konuma sahipken finansal olarak şirketi batağa sürüklemişlerdi. Şirket ciddi anlamda nakit yakıyor, gelirleri bir türlü giderlerinin üzerine çıkmıyordu ve aradaki makas büyüyordu. Finansmanı sağlayan Amerikalı fon, sürekli nakit yakan yatırımlarına olan desteğini çekince şirket resmi olarak iflas sürecine girdi. Geçen senenin Nisan ayında Senvion’un battığını resmi olarak duyurdular. Daha doğrusu Almanya’da da önce konkordato benzeri bir sürece girdi, sonrasında Ağustos ayında şirketin resmi olarak batışına ve kapanmasına karar verdiler. Şirketin tek gelir getiren Avrupa’daki O&M bölümünü de Siemens Gamesa’ya sattılar.

Biz 2 senelik büyük bir mücadelenin sonunda finansmanı kurtarıp sonuca ulaşmışken “Bundan sonra tam gaz bu projeyi tamamlayacağız” diyorduk. Limitimiz açıldıktan ve kredimiz onaylandıktan tam 15 gün sonra Senvion’un konkordato ilanı duyurulunca hepimiz şoka girdik. Esasında bunun belirtilerini almıştık. Çünkü kredi onaylanır onaylanmaz Senvion’daki yetkilileri arayıp “Müjdemiz olsun, finansmanı garanti altına aldık, artık projeyi yapmaya hazırız” dediğimde bu haberi çok büyük bir sevinçle karşılamadıkları gibi, bir de bize “Tamam o zaman biz size dönelim” dediler ve dönmediler. Önce buna bir anlam vermedim, çünkü 2 senelik uzun bir bekleyişin ardından sonuca ulaşmıştık ve artık her şeyi yoluna koyma zamanıydı. Üzerlerine gidince, batışlarının kamuoyuna duyurmadan 3 gün önce “Şirket içinde tuhaf olaylar oluyor, bu projenin devamı için bir türlü onay alamıyoruz” dediler. Senvion’un konkordato duyurusu yapılınca “Tamam, şimdi neden ağırdan aldıkları anlaşıldı” dedim.

Anlayışa karşılık yanıtsızlık

Çok zor günlerden geçmiş bir şirketin en tepesindeki yetkili olarak Senvion’daki yöneticilere aynen şunu söyledim: “Durumunuzu çok iyi anlıyoruz. Umarım bu süreçten en kısa zamanda çıkarsınız. Ne olursa olsun, her zaman yanınızdayız.” Ardından da ekledim: “Türbinlerin kalan %30 parasını ödemeye hazırız. Bu ödemeyi yapıp bir an evvel türbinlerimizi Türkiye’ye getirmek istiyoruz.”

Bunları söyledik söylemesine de, karşılığını bir türlü alamadık. Türkiye’deki ve Almanya’daki bütün yöneticilerle görüştük, kimse inisiyatif alıp süreci üstlenmiyordu. Bir anlam veremedik. Herhalde bu konkordato sürecinden herkesin kafası karışık dedik ve üzerlerine önceleri çok gitmedik. Sonra günler haftaları, haftalar ayları kovalamaya başlayınca açıkçası ben paniğe kapılmaya başladım. Haziran ayında isyan bayrağını çekip “Yeter ama siz inisiyatifi alıp bu süreci tamamlamayacaksanız o zaman bizi yetkili birine yönlendirin” dedim. Aylardır bizi oyalıyorlardı. Sonunda ağızlarından ihtiyacım olan bilgi çıkıverdi: “Bizim artık yetkimiz yok, tüm yetki yönetim kuruluna atanmış iflas avukatlarında.” Bunu duyar duymaz hemen “o zaman bizi yetkili iflas avukatlarıyla görüştürün” dedim. Bu konuda da Senvion yöneticileri ağırdan alıyorlardı. 10 gün boyunca günde 3-5 kez “Bizi ne zaman iflas avukatlarıyla görüştüreceksiniz?” diye sormaya başladığımızı hatırlıyorum. Bu süreç sonunda açıkçası biraz da bizden bıktılar ve sonunda “Tamam sizi görüştüreceğiz, bize biraz zaman verin” dediler.

Hukuki hata yüzünden yaşanan büyük risk

Toplamda yaklaşık 3 haftalık bir süreç sonunda Senvion’un yönetim kuruluna atanmış hukuk bürosunda yetkili bir avukat telefonda bizimle görüştü. Önceleri dostane sözlerle her şey gayet güzel gidiyordu. 10 güne yayılan iki görüşmenin ardından yetkili avukat bize “Tamam o zaman, devam etme anlaşmasını size gönderiyoruz” dedi. Ancak bir türlü geri dönüş yapmadı. Yine ısrarla kendisiyle görüşmek istediğimizde 1 hafta sonra tekrar karşımıza çıktı ve bana telefonda “Türbinleriniz yok, veremiyoruz” dedi. Ben de önce şaka yaptığını sandım, sonra ciddi olduğunu anlayınca “Ne demek türbinlerimizi veremiyorsunuz? Geçen hafta veriyordunuz, türbinlerimize ne yaptınız?” diye sordum. Çıt yok. Sonra bir anda aklıma geldi ve ağzımdan gelişigüzel şu soru çıktı “Türbinlerimizi başka bir projeye verdiniz, değil mi?” Hattaki Alman iflas avukatından yine çıt çıkmadı. Olay anlaşılmıştı. Hemen şunları söylemeye başladım: “Buna hakkınız yok. O türbinlerin %70 parasını ödedik, %30’unu ödeyip türbinlerimizi almak istiyoruz, hepsi bu” deyince adam bana hemen avukatlık tasladı: “%70 parasını ödediniz ama türbinlerin sahibi değilsiniz. Yani title (mal sahipliği) sizin üzerinize geçmemiş. O yüzden Alman iflas kanunlarına göre türbinlerle ilgili istediğimizi yapabiliriz.” Önce ne demek istediğini tam anlamadım, sonra avukatlara sorduğumda durumu kavradım. Burada bizim tarafta ciddi bir avukatlık hatası olmuştu. Yani paranın %70’ini ödüyorsun ve title’ı almıyorsun. Bu kez profesyonellerin hatası yüzünden güme gidiyorduk. Sonrasında toparlanıp “%70 paramızı ne yapacaksın, geri verecek misin?” diye sorduğumda beni daha paniğe sürükleyen şu yanıtı aldım: “Tabii dava etme hakkınız saklı.” Kendi kendime “Ne davası yahu? Bu davayı kazanana kadar benim fişimi çekmiş olurlar” dedikten sonra ağzımdan şu sözler dökülüverdi: “Bizim türbinlerimizi kimseye vermiyorsunuz. Uçağa atlayıp Hamburg’a geliyorum ve türbinlerimizi almadan da kesinlikle dönmüyorum.” Birkaç gün içinde de hazırlıklarımı tamamlayıp uçağa atladım ve Hamburg’a gittim.

Hamburg’daki mücadelenin 3 cephesi

Bu birkaç gün içinde üç önemli işi hallettim. Birincisi zorla da olsa Senvion’un iflas avukatıyla randevu aldım. Önce randevu vermek istemedi. Hatta telefonlarımıza çıkmamaya başladılar. Şirketin yönetim kurulu başkanına, diğer yönetim kurulu üyeleri dahil herkese mesaj attım. Bunun üzerine profesyonel nezaket icabı bize birkaç gün sonrası için randevu verdiler.

İkincisi oturduğum sitede komşum Selda’dan destek istedim. Selda Almanya’da doğup büyümüş bir Alman Türk’ü. Aynı zamanda uluslararası bir Alman şirketinin Türkiye genel müdürü. Kendisi beni hem Alman Ticaret Odası, AHK’ya yönlendirdi, hem de doğru düzgün bir avukat tutmak için bana yardımcı oldu. Bu konuşmalar sırasında şunu fark ettim: İstediğiniz kadar herkesin anladığı ortak dil olan İngilizce konuşun, insanın kendi ana dilini konuşması gibi olmuyor. Selda, en doğru kaynaktan en doğru iletişim şekliyle, Almanların da bize destek olmalarını sağlayarak 3 avukat tespit etti. Sonrasında oturduk birlikte değerlendirdik. Üçüyle de telefonda konuştum. En sonunda en doğru avukatı saptadık. Hamburg’da iyi avukatlardan oluşan bir yerel hukuk bürosuyla anlaştık. Hem rakamsal olarak çok para talep etmemişler, hem de diğer avukatlardan çok daha gerçekçi konuşmuşlardı. Bir de benimle muhatap olan avukat, daha önce Alman iflas avukatlarının olduğu bürodan ayrılmıştı ve oradaki ekibi iyi tanıyordu. Benim amacım da diyaloğu başlatmaktı.

Üçüncüsü de, AHK aracılığıyla Ticaret Bakanlığı’yla bağlantı kurduk. Oradan beni Hamburg’daki Ticaret Ataşesiyle temasa geçirdiler. Ticaret Ataşesi Uğur Bey de çok sağlam bir adam çıktı. Bizi hiç yalnız bırakmadı, ihtiyacımız olan toplantılara bizzat katıldı. Tercümeler için destek oldu.

Alita’nın motivasyonu

Hamburg’a giderken çok yorgun olmama rağmen uyku tutmuyordu. Normalde uçakta uyumaya kendimi alıştırdığım halde bir türlü stresten uyuyamadım. Bunun üzerinde bir film seçtim ve seyretmeye başladım. En beğendiğim yönetmen ve senarist Kanadalı James Cameron’ın son filmi Alita’yı izlemeye koyuldum. Tam filmini bulmuşum! İnanılmaz bir iradeye ve dövüş kabiliyetine sahip melek gibi bir kalbi olan Alita’nın, her şeyi kontrol eden kötülüğün başı Nova’ya karşı mücadelesini anlatan bu filmde özellikle bir sahne beni inanılmaz motive etti. Hatta bu sahneyi film bittikten sonra 3 kez daha izlediğimi söyleyebilirim.

 

Yeraltı dünyasından dev cüsseye sahip Nova’nın maşası Grewishka yeni model ‘cyborg’ vücudunda kesici, yanardöner ahtapot kollarıyla her türlü öldürücü donanıma sahipken, bizim Alita hiçbir silah olmadan kocaman yüreğiyle ona meydan okuyordu. Yeraltı dünyasındaki savaşlarında ikinci kez karşı karşıya gelen Grewishka’nın bıçak niteliğindeki ahtapot kolları Alita’nın vücudunu ikiye ayırıyor ve kolunu koparıyor (Alita’nın vücudu da cyborg yani robot olduğu için hala fonksiyonlarına devam ediyor). Tek kolu ve kocaman yüreğiyle bütün gücüyle karşı koyuyor ve yerden tek koluyla zıplayıp Grewishka’nın bir gözünü çıkarmayı başarıyor. Bu büyük darbe sonrasında da onu sevenlerinin yetişmesiyle tamamen kurtuluyor ve Grewishka oradan kaçmak zorunda kalıyor. İşte o bahsettiğim dövüş sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=T35dw8uwNEY *

Bu dövüş sahnesi ve Alita’nın sonuna kadar mücadeleyi bırakmaması benim durumumu özetliyordu. Ben de Hamburg’a kolum kanadım kırılmış, inanılmaz finansal zorluklar içinde gidiyordum. Banka dahil herkes projenin iflas ettiğini ve benim bitik olduğumu düşünüyordu. Profesyoneller dahil kimsede bir umut kalmamıştı. Bense hayatımın mücadelesini vermek üzere yola koyulmuştum.

Hamburg’a indim, ilk iş geldiğimi avukata teyit ettim. Aynı gün içerisinde ofislerine gidip ilk toplantımızı yaptık. Ertesi gün Senvion’un merkezine gidip iflas avukatıyla görüşmeye girdik. Sağolsun Ticaret Ataşemiz Uğur Özcan da bize katıldı. Bu ilk toplantıya sıkı bir giriş yaptık. Toplantının ilk bölümü başarılı geçti diyebilirim. Aynı gün saat 12.30 gibi öğle yemeğine gittik.

İflas avukatını anlamak

Öğle yemeğinde iflas avukatını daha iyi tanıma fırsatım oldu. Yemek sırasında bir ara Almanya-Türkiye arasındaki siyasi gerilimden bahsetti. Ben de kendisine “Bizim siyasetle işimiz yok. Esasında biz yenilenebilir enerji sektörü olarak siyaset üzeri bir iş yapıyoruz. Tüm siyasilerin ve ilgili paydaşların fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye dönüşümde yardımcı olması gerekiyor. Çünkü yaşadığımız iklim değişikliği tüm insanlığı tehdit ediyor” dedim ve ekledim; “Böyle bir enerji devrimi yaşanırken Senvion’un iflas ediyor olması çok büyük şanssızlık, keşke devam edebilseler.”

Avukatla birbirimizi daha iyi anlayabildik toplantı sırasında. Öğleden sonra bir kez daha bir araya geldik. Sabahki toplantı iyi geçmişti ancak hâlâ bir sonuç alamamıştık. Ben iflas avukatına öğleden sonraki toplantıda birkaç kez “Türbinleri Türkiye’ye getirebilmek için devam etme anlaşmasının maddelerini ne zaman konuşmaya başlayacağız?” diye sordum. Her defasında iflas avukatı beni duymazlıktan geliyordu. En sonunda biraz bağırarak söyledim ve o da dayanamadı ve ağzından şu sözcükler dökülüverdi: “Sizinle devam etme sözleşmesini imzalayıp imzalamayacağımız belli değil. Açıkçası buraya kadar gelip zahmet ettiniz ama size daha önce de söylediğim gibi türbinleriniz artık bizde değil o yüzden devam etme anlaşması imzalama ihtimalimiz çok düşük.”

Sonrasında beni ciddi anlamda rahatsız eden şu sözleri söyledi: “Kusura bakmayın ama benim işim empati kurmak değil. Sizin durumunuz beni ilgilendirmiyor. Ben işime bakarım, şirket adına maksimum nakdi nasıl ortaya çıkaracağıma odaklanırım.”

Şirket adına nakit çıkarma dediği şey esasında bizim türbinleri ikinci kez bir başka proje için satma anlamına geliyordu. Adamlar bizim üstümüzü çizmişlerdi.

Bu sözlerin üzerine dehşete kapıldım. Bu kadar çabanın üzerine hala türbinlerinizi size geri verme ihtimalimiz çok düşük diyordu. Kendimi kontrol etmekte zorlanıyordum, her şeye rağmen sakinlikle “Bu türbinlerin bizim hakkımız olduğunu hepiniz biliyorsunuz ve hakkımızı almadan buradan ayrılmayacağım” dedim ve toplantıyı o şekilde noktaladık.

Belirlediğimiz 2 strateji

Sonrasında avukatımızın ofisine gidip değerlendirme toplantısı yaptık. Herkes artık son kozlarımızı oynadığımızı biliyordu. İki strateji belirledik:

1- Türbinlerin kuleleri Türkiye’de Ege Kule diye bir firma tarafından yapılmıştı. Ege Kule 2019 yılının başlarında CS Wind diye bir Kore Firması tarafından satın alınmıştı ama sonuçta fiziksel olarak kuleler İzmir’deydi. Kulelerin Türkiye’den çıkmasını engellememiz gerekiyordu. Çünkü kule olmadan türbin de olmazdı. O zaman bizim türbinleri vermeye karar verdikleri proje sekteye uğrardı. Hemen Türkiye’deki avukatımı aradım ve kulelerimize tedbir koyup koyamayacağını sordum. O da 1 günlük araştırma ve fikir alışverişinden sonra yapabileceklerini söyleyince hemen harekete geçmesini istedim. Tedbir kararı aldırmak için gerekli işlemleri hemen başlattık.

2- Alman avukatların bana toplantı sırasında söylediği “İstediğimizi yapabiliriz, Alman iflas kanunları bizi koruyor” sözleri dikkatimi çekmişti. Sonra ince bir detay yakaladık. Alman avukatlarımız da bunu teyit ettiler. Belki Alman iflas kanunları iflas avukatlarının yapacağı her aksiyon için hukuki zemin sağlıyordu ama Türk kanunlarına göre yaptıkları şey en kesin tabiriyle “sahtekârlıktı”. Çünkü türbin parasının %70’ini almışlardı ve ürünü vermeden üzerine yatıyorlardı.

Bunun üzerine ertesi sabah avukatlarımız bu iki hususu Alman iflas avukatına bildirdi:

1- Kuleler için tedbir koyduruyoruz, kulelerimizi Türkiye’nin dışına çıkarttırmayacağız (bunu da aynen yaptık, tedbir kararı aldırmak için işlemleri başlattık ve bunu Alman iflas avukatlarıyla paylaştık).

2- Sizlere de (hem bizimle muhatap olan iflas avukatına hem de onun bürosunda Senvion dosyasına bakan tüm avukatlara) Türkiye’de teker teker şahsen sahtekârlık davası açacağız.

Bu konuşmalardan sonra işin seyri yine değişti ve ibre bizim tarafa döndü. Çünkü kuleyi Türkiye’den çıkaramamalarıyla hem bize karşı hem de İtalya’da türbinlerimizi sattıkları adamlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmeyeceklerdi. Bir de Türkiye çekici bir ülke. Özellikle Almanlar için. Kimse Türkiye gibi bir ülkede şahsen sorun yaşamak istemez. Bir gün tatil için de olsa yollarının buraya düşeceğini bilirler.

İki gün, iki haftaya uzadı

Yine de bir türlü sonuca gidemiyorduk. Hep bir şeyler bizim süreci tıkıyordu. Hamburg’a 2 günlüğüne gidip işi halledip dönmeyi planlamıştım. Bu konuyu sonuca ulaştırmam 2 hafta sürdü.

Bu süre zarfında Hamburg’da Türk milletvekilleriyle de temasım oldu. Durumu anladıktan sonra, sağolsunlar, konuyu müzakerelerle çözemezsem siyasi olarak ellerinden gelen desteği vereceklerini belirttiler. Yedek planım da hazırdı.

Stresimi ortadan kaldırmak için her gün Hamburg’daki nehir etrafında koştum. Dondurma yedim. Bu arada Hamburg sokaklarında örümcek adamı buldum

İlginizi Çekebilir
Yorumlar ( 0 )
Bu yazı hakkında ilk yorumu siz yapın...
Yorumlarınız için